![]() |
Atatürk'ün Dine ve Bilimselliğe Verdiği Önem Atatürk'ün Dine ve Bilimselliğe Verdiği Önem Atatürk'ün Dine Bakışı Atatürk'ün Dine Verdiği Önem Atatürk, dinin gerçek manada anlaşılmasını istiyordu. O, dini, toplum hayatında gerekli bir durum olarak görmüştür. “Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur. Yalnız şurası vardır ki, din, Allah ile kul arasında bir bağlılıktır.” (Atatürkçülük-Atatürk’ün Görüş ve Direktişeri-1/453). Atatürk, laiklik anlayışı ile din ve devlet işlerini hem birbirinden ayırmış, hem de laikliğin gereği olarak din ve vicdan hürriyetini korumuştur. Bu yüzden din işlerinin daha sağlıklı ve ehil kimseler tarafından yürütülmesi için Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurdurmuştur. Atatürk, Kur’an’a olan bağlılığını onu ‘Kitab-ı Ekmel’ yani (En Mükemmel Kitap) diye tanımlayarak dile getiriyordu (Prof. Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, İş Bankası Yayınları, 1969 (Anmet Gürtaş, s. 39). Dolmabahçe Sarayı ve Çankaya Köşkü’ne hafızları çağırtarak sık sık Kur’an okutmuş, ayetler üzerinde sohbetler etmiş, hafızlarla meal ve tefsir konularında fikir alış verişinde bulunmuştu. Atatürk özel sohbetlerinde pek çok kez dindar olmanın gerekliliğinden, Peygamber Efendimiz’in hayatından, Asr-ı Saadet ve Hulefayı Raşidin (dört halife) dönemlerinden, dinimizin yüceliğinden, Allah’ın kudretinden söz etmiştir. İslam’ın son ve mükemmel din, Peygamberimiz (sav)’in de son peygamber olduğunu her fırsatta vurgulayan Atatürk, Türk milletine de dindar olmayı, dinini öğrenmeyi öğütlemiştir. Atatürk, dinimizin akıl ve mantığa uygun olduğunu da aşağıdaki sözleriyle belirtmiştir: “Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü vardır. Bu ölçü ile hangi şeyin bu dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki akla, mantığa halkın menfaatine uygundur; biliniz ki o bizim dinimize de uygundur. Bir şey akıl ve mantığa, milletin menfaatine, İslam’ın menfaatine uygunsa kimseye sormayın. O şey dinidir. Eğer bizim dinimiz aklın mantığın uyduğu bir din olmasaydı mükemmel olmazdı, son din olmazdı” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri. II, 1923, s. 127). İslam dininin yüceliğini vurgulayan Atatürk, “Din vardır ve gereklidir. Temeli çok sağlam bir dinimiz var. Malzemesi iyi, fakat bina, uzun asırlardır ihmale uğramış. Harçlar döküldükçe yeni harç yapıp binayı takviye etmek gereği duyulmamış. Aksine olarak, birçok yabancı unsur, binayı daha fazla hırpalamış...” demiştir. Atatürk, dinin özü ile tarih boyunca dinin içine girmiş ve gelenekselleşmiş olan yanlış uygulamaları, eklemeleri ve hurafeleri, birbirinden ayırmaktadır. Ona göre dinin temelinde var olan canlı, yaratıcı ve dinamik karakter, zaman içersinde oluşan din dışı uygulamalarla karışmış, hangisinin din, hangisinin ise din dışı olduğu belirsiz bir hale gelmiştir. Atatürk, dinin özü ile tarih boyunca oluşan bu geleneksel yorumların birbirinden ayrılmasını, dinin gerçek yönünün ortaya çıkarılmasının istemektedir. Çünkü kullanılan bir bina nasıl eskir ve yıpranırsa; yaşanılan din de içine hurafelerin karışmasıyla bozulur. İşte Atatürk ileri görüşlülüğü sayesinde bunu görmüştür. Atatürk; Peygamber Efendimizi çok iyi tanımış, onun üstün özelliklerini çeşitli vesilelerle anlatmıştır: “O, Allah’ın birinci ve en büyük kuludur. O’nun izinde bugün milyonlarca insan yürüyor. Benim, senin adın silinir; fakat sonsuza kadar o, ölümsüzdür” ( Dr. Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri; Atatürk ve Din Eğitimi, A. Gürtaş, s. 26). “Tarih, hakikatleri tahrif eden bir sanat değil, belirten bir ilim olmalıdır. Bu küçük harbte bile askerî dehâsı kadar siyasî görüşüyle de yükselen bir insanı, cezbeli bir derviş gibi tasvire yeltenen cahil serseriler, bizim tarih çalışmamıza katılamazlar. Hz. Muhammed (sav) bu harb sonunda çevresindekilerin direnmelerini yenerek ve kendisinin yaralı olmasına bakmayarak, galip düşmanı takibe kalkışmamış olsaydı, bugün yeryüzünde Müslümanlık diye bir varlık görülemezdi.”(fiemsettin Günaltay, Ülkü Dergisi, Cilt: 9, Sayı: 100, 1945, s. 3). Atatürk dine önem vermiş, milletin manevi değerlerine saygılı olmuştur. 7 fiubat 1923’te Balıkesir Zağanos Paşa Camii’nde Türkçe olarak bir hutbe okumuştur. Hutbenin başlangıç kısmı şöyledir: “Ey millet Allah birdir, şanı büyüktür. Allah’ın selameti, sevgisi üzerine olsun. Peygamber Efendimiz Hazretleri, Allah tarafından insanlara dini gerçekleri duyurmaya memur ve elçi olarak seçilmiştir. Koyduğu esas kanunlar, hepimizce bilinmektedir ki, Yüce Kur’an’daki ayetlerdir. Çünkü, hakikate uymamış olsaydı, bununla diğer ilahi ve tabii kanunlar arasında çelişki olması gerekirdi. Çünkü bütün yaratılış kanunlarını yapan Cenabı Hakk’tır.” (Sadi Borak, Atatürk ve Din, s.29) Atatürk’ün hayatı incelendiğinde, son derece önemli bir manzara ile karşılaşırız. Bir kere o, yaşadığı devrin din kültürüne oldukça üst seviyede sahip Müslüman, mütedeyyin bir ana-babadan dünyaya gelmiş biridir. İlk dini bilgilerini de onlardan bilhassa annesinden almış ve onun tarafından yetiştirilmiştir. Annesi Zübeyde Hanım, onu, geleneklere uygun olarak ilahilerle, yani Âmin Alayı ile mahalle mektebine başlatmıştır. İlköğrenimini gördüğü fiemsi Efendi Mektebi ve daha sonra devam ettiği Selanik Mülkiye İdadisi, devrinin şartları içinde ciddi dini bilgiler veren öğretim kuruluşlarıydı. Hatta daha sonra girdiği Selanik Askeri Rüştiyesi de, Manastır Askeri İdadisi de, programlarında aynı ciddiyet ve seviyede din kültürü veren müesseselerdi. Onun Kur’an-ı Kerimi anlayacak kadar Arapça bildiği de göz önünde bulundurulursa dinî konulardaki uzmanlığı daha da iyi anlaşılmış olur. Atatürk, İslam’a içtenlikle bağlıdır ve dinin özgün haliyle korunup yaşanılmasını istemektedir. İslam’ın akıl, ilim, fen ve mantık dini olduğunu, insanlara ve milletlere kimlik ve kişilikleriyle yaşama anlayışı telkin ettiğini belirtmektedir. Bu sebeple, Türk Milleti’nin dinini öğrenmesi ve daha dindar olması gerektiğini söylemektedir. Cumhuriyetin ilanından hemen sonraları Kur’an-ı Kerim’in Türkçe tercümesi ve tefsiri üzerinde büyük bir yarış ve faaliyet görülmektedir. Atatürk, 1930 yılında, Müslümanlar dinlerini doğru öğrensinler diye, Kur’an’ı Türkçeye, yeni harşerle tercüme ettirmiş ve ayrıca, Hz. Peygamber’in hayatıyla ilgili bir kitabı çevirtmiştir (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, III, s.85.). Hadimli Mehmet Vehbi Efendi’nin “Hülasat’ül-Beyan fi Tefsiri’l-Kur’an” isimli eseri ile Muhammed Hamdi Yazır’ın “Hak Dini Kur’an Dili: Yeni Mealli Türkçe Tefsir” isimli eseri de dahil olmak üzere, Cumhuriyetin ilk onbeş yılında, Kur’an-ı Kerim’in tercüme ve tefsirine dair yazılıp neşredilen eser sayısı dokuza varmaktadır (Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, 5/1928-1931). Bunlardan Elmalılı Hoca’nın tefsirini, Büyük Millet Meclisi’nin kararı ile ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesine konulan tahsisatla yazdırıldığını, başlangıçta mealin Mehmet Akif Bey merhum tarafından yapılmasının kararlaştırıldığını, fakat Mehmet Akif Bey’in bilahare bu görevi bırakıp, aldığı avansı da iade etmesi üzerine, hem mealin, hem de tefsirin Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hoca tarafından yapıldığı bilinmektedir. (Ahmet Gürtaş, Atatürk ve Din Eğitimi, Ankara-1997, s.39). Atatürk, Kur’an-ı Kerim”in Türkçeye çevrilmesinin gerekçesi konusunda şöyle diyordu: “Türkler dinlerinin ne olduğunu bilmiyorlar, bunun için Kur’an Türkçe olmalıdır.” (Osman Ergin, a.g.e., s., 5/1957). Atatürk’ün Kur’an-ı Kerim’e karşı ilgisi, sadece onun Türkçeye çevrilmesi ve camilerde Türkçesinin de açıklanması konularına münhasır değildir. O, Kur’an-ı Kerim’in nazm-ı celilini de daima zevkle ve huşu ile dinlemiştir. Bilhasa Ramazan aylarında buna özen gösterirdi. Bu konuda Hafız Yaşar Okur şöyle diyor: “Ramazanların Atam için çok büyük bir önemi vardı. Ramazan gelir gelmez incesaz heyeti Çankaya Köşkü’ne giremezdi. Kandil geceleri de saz çaldırmazlardı. Sadece beni huzurlarına çağırır, Kur’an-ı Kerim’den bazı sureler okuturlardı. Ben okurken gözleri bir noktaya takılır, derin bir huşu ile dinlerlerdi. Ruhen çok mütelezziz olduğu her halinden anlaşılırdı." "Ramazanlarda bir ay müddetle Hacı Bayram-ı Veli ve Zincirlikuyu camilerinde şehitlerimizin ruhuna hatm-i şerif okumamı emrederlerdi... Büyük Atatürk bir çok vesilelerle şöyle demiştir: “Mukaddes mihrabı, cehlin elinden alıp ehlinin eline vermek zamanı gelmiştir.” Bunu, dini davranışlarına daima düstur yapmışlardır. Peygamber Efendimizden de büyük takdirle bahsederlerdi. O devirler için hep “Hz. Peygamber’in zaman-ı saadetlerinde...” diye saygı kelimeleri kullanırlardı. Ayrıca Peygamber Efendimizin dirayetli bir devlet adamı, iyi bir başkumandan olduğunu da sık sık tekrarlardı. (Gotthart Jaschke, “Yeni Türkiye’de Kur’an-ı Kerim Kursları,” (Tercüme: Nimet Arsan), İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, cilt:5, cüz:l-4, İstanbııl-1973, s.62). Atatürk'ün Dine Verdiği Önem kaynak: dinibil.com |
Bütün Zaman Ayarları WEZ +3 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 14:41 . |
Powered by vBulletin Version 3.8.7
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
Search Engine Friendly URLs by vBSEO 3.6.0 RC 2