tualimforum.com

tualimforum.com (http://www.tualimforum.com/)
-   Kültür-Sanat Haberleri (http://www.tualimforum.com/kultur-sanat-haberleri/)
-   -   Işık Yanar'la 'Dört Âdem' üzerine... (http://www.tualimforum.com/kultur-sanat-haberleri/1771-isik-yanarla-dort-adem-uzerine.html)

Jaguar 29.02.08 04:11

Işık Yanar'la 'Dört Âdem' üzerine...
 
"Bir erkek, bir kadın için bütün erkeklere açılan kapı gibidir. Ama bir kadın, bir erkek için diğer kadınların arasında, ama onlardan farklı birisidir. Alelade bir kadın değildir yani. Dolayısıyla, bir kadın bir erkek için yaptığı fedakarlığı, başka bir

Güler Güneş'in röportajı

Sunum: İsmail Doğu İsmail Doğu'nun edebiyat eleştirisi

Adana’nın ceyhan ilçesinde doğan Işık Yanar, Selçuk Ünv. Uluslararası İlişkiler mezunu. Edebiyatla ilişkisi, birçoğu gibi, “iç”ten, pek azı gibi de “içten”. Hece Yayınlarından çıkan ilk kitabı “Dört Âdem”den önce de, hece, Heceöykü, Tezkire, Dergah, Medeniyet, Ayvakti gibi dergilerde birçok makale ve yazıları yayınlandı.

Hece Yayınları arasından çıkan ve 3 bölümden oluşan “Dört Âdem”, birbirinden biraz farklı, ama birbirine çokça dönüşen taraflarıyla, hayata dair sanki bir giriş, bir gelişme ve bir sonuç sunar gibi. Ama bu sonuç, bir son değil. Yine bir yeni’nin başlangıcı. Biri biterken, diğeri başlıyor. Birinden bahsedilirken, bir diğerinin hatırlanması da bundan: ve Âdem, ve Bayram, ve Oruç, ve Cihan. Biri, diğeri, yani içimizden biri. Hem biz, hem başkası. Ama öteki değil. “Ben”in ta kendisi. Hani der ya şair: “Ne sırıtıyorsun. Bu anlattığım senin hikâyen?”

Okurken bu “Dört Âdem”i, Mehmet Uyar’ın “Karmaşa”sı geldi gözler önüme. Ondan da öte, daha ustası olan Rasim Abim’in, “Gül Yetiştiren Adam”ı. İçiçe geçen karakterlerden oluşunca, içiçe kurgular ortaya çıkmakta. Sinemadaki yeni-gerçekçi akım gibi. Onlar bağımsız sinemayı yaratırlarken, Işık Yanar, yeni bir yazına yaklaşmakta. Bu yüzden ne roman, ne masal; ama başka bir açıdan da hem roman, hem masal. Ütopyası var, çünkü kaygısı var. Nostaljisi var, çünkü anısı var. Bu yüzden de hem “geçmiş”, hem “gelecek” tarafı var. Aynı şekilde, mekân geçişleri de söz konusu tabi ki.

İbni Arabi, “tecellide tekrar yoktur” der. Tecellide tekrarın olmaması, tecellinin sürekli olmasından ve bize geçmişe ait telafi imkanlarını var kılmasındandır. Arayış içgüdüsü ile birlikte onlarca arayış örneği varken, doğanın böylesi bir “boşluk”u bıraktığına inanıyorum, doldurulması gereken ve bunun için bekleyen bir boşluk. İşte evrenin arakladığı bu boşluklar, devinim içinde olan canlıların değişim ve dönüşümü için fırsat kapılarıdır. Kendini bulmanın tam yeridir oralar. O kapıdan içeri giren / kendini bulan, sanmasın ki doğadan, tarihten ve toplumdan uzaklaşacak. Hayır, bilakis belki de yakınlaşacak. Ama o, artık anlama anlam katan biri olacaktır. Kendinin ve dolayısıyla evrenin anlamını kavradığı ve ona katıldığı gibi, diyalektik biçimde anlam katacak onlara. Dünkü Âdem, yarınki Âdem olmayacak. Oruç, yeni fırsatlar peşinde koşacak. Bayram, Cihanlaşırken; Cihan, ötelere taşınacak. Ama aslolan da yol almak değil midir? Yolu bilmekle yolda yürümek aynı şey değildir. Ucu açık ve süprizlerle dolu bir geleceğe yol alırken, etkiler ve etkileniriz. Hayat, böylece devam edip gider. Sahi hepimiz, hem bir Âdem, hem de Âdem’in çocukları değil miyiz? Hem dünyada, hem ukbada yaşıyor değil miyiz? ***

“Dört Âdem” ilk kitabınız. Bu eserinizin geçmişi nerelere dayanıyor, kaç yıllık bir çalışmanın ürünü?

Yazma süreci üç yıl kadar sürdü. İki yıldan daha fazla bir süre de basılma sürecinde geçti. Her eserde olduğu gibi benim eserimin de kaynakları, tabi ki yaşadığım ve dinlediğim olaylardır. Ama siz de iyi bilirsiniz ki, önemli olan hayatın içerisindeki olayları zihninizde biriktirmek değildir. Önemli olan, onları nasıl sunduğunuz ve hangi bağlamda onlardan yararlandığınızdır. Dört Âdem’i yazmadan önce, uzun bir süre eserin kurgusunu düşündüm. Bu süreç, yazmak kadar önemlidir.

Kitabınızdaki detaylar, sizin bütün o olayları yaşadığınız izlenimini veriyor...

Bu, yazma tekniğiyle ilgilidir. Bu yaşımda o kadar insanı tanımış olsaydım, ne zaman bir edebiyat birikimi yapabilirdim? Dolayısıyla, otobiyografi yazmak ile roman yazmak arasında kesin ayrımlar vardır. Otobiyografik roman da kaleme alabilirsiniz, ama o zaman romanınız bir yapıt olmaz.

Biraz açar mısınız?

Yapıt, bir genel sorun etrafında, belki de bir cümlenin gerçeklik değerini sorgulayan, ama etraflıca sorgulayan, hayata dair kendi gerçekliğine ulaşan eserlere denir. Yani her kitap, yapıt değildir. “Varlık ve Zaman”, bir yapıttır; çünkü, bir sorun etrafında, insan düşüncesine farklı bir yaklaşımı söz konusu eder. Ama gazete makalelerini bir araya getirip, derleyip yayınlamak, yapıt oluşturmaya yetmez. Edebiyatta, felsefede aslolan, yapıt üretmektir, kitap üretmek değildir.

Kitabın başrolündeki Dört Âdem hakkında, finalde sürpriz şeyler öğreniyoruz. Romanın kurgusu bağlamında, bu romanın konusunu, bir insanın geçmişiyle alakalı yaptığı bir iç hesaplaşma, ve bu doğrultuda yaşlılığına ilişkin kurguları olarak değerlendirebilir miyiz?

Her ikisi olarak da değerlendirirsek daha doğru olur sanırım. Çünkü insanlar, geçmişleriyle hesaplaşırken yaşlanırlar. Bunu tek bir hat boyunca ve bir insanın belirli bir zamanını ele alarak yapmak imkansızdı. O yüzden Dört Âdem, düz bir anlatı değil. Yani, bir kahramanın bitirip başka birisinin devam ettiği bir anlatı söz konusu değil. Bu, geçiş anlarında söz konusu olabiliyor, ama aslında bir gelecek tasarısı olarak da kalabiliyorlar. Misal, Bayram hayatta değildir. Âdem içinse, Oruç hayatta değildir. Ama Bayram’ın okuldan kaçışı, Cihan’ın hayatını değiştiren bir unsura dönüşüyor. Yani onu Cihanlaştırıyor. Böylece bizler, şu an nereden geldiğimizi iyi düşünürsek, geleceğimizi o kadar anlamış oluruz; ama dikkat edin! Anlarız, biçimlendirme ya da kesin kurallarla belirleme değil.

Romanınızı biçim ve teknik olarak değerlendirirsek, bunu postmodern bir yazın denemesi olarak nitelendirebilir miyiz?

Kurgunun klasik roman biçiminden farklı olması, evet romanı postmodern yazın türüne yaklaştırır. Klasik anlatılar, bir olay ya da bir kahraman etrafındaki ikincil kahramanlarla ve olaylarla ilerler. Ya da bütün anlatı, Henry James’in yaptığı gibi, tek bir kişinin etrafında toplanır. Ama dört ayrı karakter ve onların kendi hayat ve arkadaşlarıyla kurduğu bağlar, klasik çizgideki bir romandan beklenecek şeyler değildir. Diğer taraftan bu iddia, farklı üslupların denenmesi bağlamında da değerlendirilebilir. Ama ele aldığı konu olarak, modern döneme yakın olduğunu söylemeliyiz. Bazen, toplumcu-gerçekçi çizgiye yakın düşen bölümler de var. Ama yaşadığı dönemden kopmayan bir roman olarak değerlendirmek, en doğru yaklaşımdır sanırım.

Gelelim romanda kadınlar hakkında yapılan konuşmalara... Kadınların en büyük silahının farketmezlik olduğundan bahsediyorsunuz…

Kadınlar ve erkekler üzerine genellemelerde bulunmanın sakıncalarını iyi bilen birisiyim. Çünkü insanlar, genel anlamda iki türe ayrılıyor, ve çevremizde birçok insan var. Annemiz, babamız, eşimiz, çocuklarımız, dostlarımız. Böyle yargılarda bulunmak, aslında onlar hakkında yargılarda bulunmaktır; ve yapılacaksa bu yargılar, romanlarda, şiirlerde ve öykülerde yapılmalıdır. O yüzden, burada şimdi bir şeyler söylemek, bana çok doğru gelmiyor.

Yine de, bir genellemelerin gerçeklik değeri olduğunu ve önemli olduklarını düşünmeliyiz. O zaman şöyle diyelim, bütün kadınlar için geçerli olmasa da, farketmezlikle neyi kast ediyorsunuz?

Bir erkek, bir kadın için bütün erkeklere açılan kapı gibidir. Ama bir kadın, bir erkek için diğer kadınların arasında, ama onlardan farklı birisidir. Alelade bir kadın değildir yani. Dolayısıyla, bir kadın bir erkek için yaptığı fedakarlığı, başka bir erkek için de yapabilir. Hatta aynısını ezberlemiş gibi tekrarlayabilir. Ama erkek için bazı şeyler bir defa yapılır; o yüzden erkekler, kadınlara oranla daha saplantılıdır. Ama görünürde, evlilik gibi kurumları yürütme anlamında, kadının daha saplantılı olduğu düşünülür; bu, saplantı değildir, hırstır. O yüzden, bir kadın bir erkekle yıllarca büyük aşk yaşar, ardından da bir hafta sonra başka birisiyle evlenebilir. Çok mutlu da olur, ama aynısını erkek yaparsa, çok da mutlu olmaz; sadece gülümser.

Şehirdeki yaşamla küçük kasabalardaki yaşam arasındaki farkların üzerinde epey durmuşsunuz. Bu durum, size göre şehir insanıyla kasaba insanının zaman algısındaki farklardan mı kaynaklanıyor?

Zaman algısı konusunda insanların, evet farklı algılara sahip olduğu bilinen bir gerçektir. Ama burada insanların, şehirde zamanı programlamalarıyla, kasabada programlamaları arasında belirgin çizgiler vardır. Düşünün; kasabadaki bir insanla şehirdeki bir insan, her ikisi de yetmiş yıl yaşamış olsunlar. Sizce, ikisinin de ömür uzunluğu aynı mıdır? Bence, kasabadaki insan daha uzun yaşamaktadır. Elbette hepimiz, bu farkların neler olabileceğini az çok tahmin ederiz, ama bir de, bu karşılaştırmaların şu yönü vardır: Şehirde yaşayan taşra hakkında neler düşünebiliriz? Bu bence çok daha önemlidir. Bir de, romanda şöyle bir durum da söz konusu: geleneksel hayat tipinden bahsetmek, taşradan bahsetmek değildir.

Kahramanımız Cihan, artık hayatında daha ciddi şeyler olması gerektiği düşüncesi üzerinden Oruç olmaya doğru evriliyor. Cihan, tamamen dünyevi meselelerle ilgili, ehli keyf biriyken, kendini odalara kapatıp düşünen biri oluyor. Onu bu duruma getiren süreç, yaşadığı şehri değiştirmekten gelen yaşam biçimi farklılığı mı?

Hayır. “Olması gerekiyordu, oldu” gibi düşünülen olaylar vardır. Hayatımızı kurgulayarak bir sonraki yıllarda neler yapmamız gerektiğini düşünürüz, ama bunların hiçbirisi olmaz. Cihan, aslında Oruç’un komşusu, yani Rüştü bey gibi avukat olmayı hayal eder, ama bambaşka birisi olur. Başarılı, pervasız. Ama hayat, onu aksi yöne iter; niye ittiğinin cevabını verebilmek ise, roman boyunca süren olayların içerisinde bir imge olarak verili; ama bu, güçlü bir imge değildir. Güçlü olamaz; çünkü bizler, yani bu coğrafyada yaşayan insanlar, dünyayla iletişimimizi sonuna kadar sürdüren varlıklar değiliz. Bir uçtan diğer uca doğru sürekli koşarız. Dünyaya inanmak ve onu zaptetmek, bize zalimce bir duygu gibi görünür. Ama bu his, bu ortak kader adına ne derseniz deyin, artık yok olmak üzere. Daha pragmatik bir toplum olmaya doğru gidiyoruz. Eski Türk filmlerinde fakir ama onurlu insanlar övülürdü, şimdi ise fakir ama eninde sonunda köşeyi yalakalıkla ya da çeşitli dolaplarla dönmeyi kafasına koymuş kadın ya da erkekler var. Bakın; diziler, konaklarda, villalarda çekiliyor; kahramanlar, toplumun elit kesiminden. Kendimizi böyle bulmaya başladık. O yüzden, servetin eşit dağılımından değil de, sistemin zorunlu sonucundan, yani Byron’un dediği gibi, örgütlenen ezilenlerden değil de, ezen olmaya çalışan ezilenlerden söz etmek gerekir. O yüzden, değişimin sebepleri bizim için önemli değildir; sonuçlarını yakalamak ve hayatımıza sokmak, bizim için daha önemlidir.

Bunu her kesim için söyleyebilir misiniz?

Şimdi bakın. Sizin kesim olarak adlandırdığınız şey zaten yok olmak üzere. Kesim diye bir şeyden söz etmenin pek anlamı kalmadı. Daha farklı dağılımlar var; ve bunlar, bu sistemin zorunlu sonucu olarak aşağı ve yukarı, ya da zengin ve fakir olarak dağılıyor. Bundan önce evet, insanları, dindar ya da değil diye ayıran kategoriler vardı. Ama bunun bir önemi artık kalmadı. Sizin, artık işinizi bir punduna getirip nasıl yaptığınızla ilgili herşey. Bunu bir başarı olarak görebilir ya da görmeyebilirsiniz, ama yaşadığınız şeylerin farkında olmanız gerekir. Bu farklılığı fark etmek gerekir. Tabi ki küçük örgütlenmeler, az önce kesim olarak bahsettiğimiz hassasiyetleri sürdürebilirler. Ama sürdürme, dönem değiştikten sonra aynı akli süreçleri kullanarak yapılamaz. Oldukça nostaljik görülür. Nostaljiyi seviyorsanız, zamanın dönüp gelmesini beklemelisiniz.


(Haber 7)


Bütün Zaman Ayarları WEZ +3 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 04:16 .

Powered by vBulletin Version 3.8.7
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Search Engine Friendly URLs by vBSEO 3.6.0 RC 2