tualimforum.com  

Geri git   tualimforum.com > EĞİTİM ve ÖĞRETİM > Dersler/Ödevler > Türkçe-Edebiyat-Dil Bilgisi
Kayıt ol Yardım Üye Listesi Ajanda Bugünki Mesajlar

Türkçe-Edebiyat-Dil Bilgisi Türkçe ödevleri,Edebiyat ödevleri,Dil Bilgisi ödevleri...


Konu Bilgileri
Konu Başlığı
Mektup Türleri ve Örnekler
Konudaki Cevap Sayısı
4
Şuan Bu Konuyu Görüntüleyenler
 
Görüntülenme Sayısı
2094

Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler
Alt 20.07.08, 13:16   #1 (permalink)
Kullanıcı Profili
S.Moderators
 
SERDEM - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Kullanıcı Bilgileri
Üyelik tarihi: Mar 2008
Mesajlar: 7.687
Konular: 6910
Puan Grafiği
Rep Puanı:11076
Rep Gücü:20
RD:SERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond repute
Teşekkür

Ettiği Teşekkür: 47
464 Mesajına 935 Kere Teşekkür Edlidi
:
Standart Mektup Türleri ve Örnekler

Mektup Türleri ve Örnekler..

ÖNSÖZ


Bir kimseye, bir kuruma, bir topluluğa bir şey iletmek, bir şey bildirmek için yazılan yazı. Bir haber vermek, bir şey sormak ya da istemek için birine çoğunlukla posta yoluyla gönderilen, zarfa konulmuş yazılı kağıt. Bir tür yazılı iletişim aracı.

Mektup

Yazının bulunmasıyla ortaya çıkan ilk yazı türü belki. Duyguyu, düşünceyi, isteği, sevgiyi, seviyi uzaklarda olana taşımak gibi sıcak, içtenlikli işlevi yerine getiriyor.

Duyguların izdüşümü, mektup.

Ak sayfalara sesleri düşürenler içsel yolculuklarının yanıtını beklerler sabırsızlıkla. Bu durumundan ötürü içtenlik taşır mektuplar. İçtenliğin doruklarında dolaşması bu türü öteki yazı türlerinden ayıran en önemli özelliktir.

Mektuplarla yaşayanlar olanca yalınlığı, çıplaklığı yürekleriyle paylaşırlar, bu paylaşımla çoğalır, güzelliklere uzanırlar.

En son ne zaman mektup yazdığımızı, en son ne zaman mektup aldığımızı hatırlayabilirsek belki mektubun talihini değil ama talihsizliğini anlayabiliriz.











Ata ’ya Mektup... Atam, Umarım benim yazdıklarımı okursun, çünkü bu sırada bir çok mektup alacaksın. Bizim bütün arkadaşlar sana yazıyor. Eminim yurdumuzun diğer okullarındaki çocuklarda mektup gönderecektir. Belki hepsini okuyamayacaksın; ama bu kadar çok mektubu görünce sevildiğini, unutulmadığını anlayıp memnun olacağını tahmin ediyorum. Atam sen Cumhuriyeti kurarken bazı ilkeler tesbit etmiştin. Belki tam istediğin gibi olmasa da geçen zaman içinde epey şeyler senin istediğin gibi oldu. Örneğin ‘’ Yurtta Barış, Dünyada Barış’’ demiştin, işte biz bunu başardık. İkinci Dünya Savaşı ‘na girmedik, yurdumuz bu size yeter diyerek, bize emanet ettiğin gibi 780 bin kare olarak duruyor. Bize ‘’Hayatta en iyi yol gösterici ilimdir’’ demiştin, bugün yetmiş üniversitemiz, yüzlerce kolejimiz, binlerce, on binlerce çeşitli okulumuz, milyonlarca öğrencimiz var; inanmayacaksın. Atam o kadar çok doktorumuz, mühendisimiz vs. var ki, işsiz kalanlar bile oluyor... Bize ‘’çağdaş medeniyet seviyesine’’ çıkmamızı önermiştin, bundan da epey yol aldık. Uzun zamandır A.B ’ye girmek için çaba gösteriyoruz. Spora çok önem verirdin Atam, İtalya’da, İngiltere ‘de sporcularımız var. Galatasaray Avrupa Şampiyonu oldu, basketçilerimizde bu yıl Avrupa ikincisi. Sonra Atam, ‘’ gelecek göklerdedir’’ demiştin, F-16 diye çok güzel jet uçakları var, bunları da senin çocukların yapıyor Atam. Atam, daha binlerce fabrikamız, barajlarımız, limanlarımız var. Nasıl anlatayım, görmen lazım atam. Atam, mektubuma burada son verirken Cumhuriyetimizi seninle beraber kuran silah arkadaşlarına ve sana yardımcı olanlara da sevgilerimi yollar hürmetle ellerinden öperim.



Z. Tunç Ünal
Özel Barış İlköğretim Okulu
8. sınıf öğrencisi









KEMAL TAHİR’E MEKTUP

‘’Malatya’’ diyorum,
senin çatık kaşlarından başka bir şey gelmiyor aklıma.
Bursa da kaplıcalar
Amasya ‘da elma
Diyarbakır ‘da karpuz ve akrep.
Fakat senin oranın,
Malatya ’nın
nesi meşhurdur,
yemişlerinden ve böceklerinden hangisi,
suyumu, havası mı ?
düşün ki hapishanesi hakkında bile fikrim yok.
Yalnız:
Bir oda,
Bir tek penceresi var:
Çok yüksek olan tavana yakın.
Sen oradasın
Dar ve uzun bir kavanozda
Küçük bir balık gibi...
Tesbiğim hoşuna gitmeyebilir.
Hele bu günlerde
Kendini kafeste arslana benzetiyorsundur.
Haklısın Kemal Tahir,
Emin ol bende öyle,
Muhakkak ki arslanız,
Şaka etmiyorum
Daha dehşetli bir şey:
İnsanız...
Hem de hangi tarihte, hangi sınıfta,
Malum...
Lakin demir kafesle kavanoz bahsinde iş değişmiyor,
İkisi de bir,
Hele bugünlerde...
- bunu içerde rahat ve masun
yatan bilir-...

Hele bu günlerde,
Sarıyerli Emin Beyin fıkralarına gülmek,
Sevgili kitapları ve domatesin lezzeti,
tahta kurularına rağmen uyku
- günde üç tatlı kaşığı Adonille de olsa –
ve Tahir ‘in oğlu Kemal
hatta mektup gelmesi senden
ve hatta ses duymak, dokunmak, görebilmek havanın ışığını,
karıma olan aşkımdan başka
nefsimin herhangi bir rahatlığı
affedemiyorum...

Farti-hassasiyet?
Değil.
Döğüşememek,
bir mavzer kurşuna kadar olsun
bilfiil
doğrudan doğruya...
Ancak kavgada vurulan acı duymaz
ve kavga edebilmek hürriyetidir
ve en mühimi hürriyetlerin.
İçerim yanıyor, Kemal,
dışarım serin...

Anlıyorsun ya,
zaten ettiğin laf
bizim laflarımızın herhangi biri:
çok konuşulmuş,
ve konuşulmakta olan...
Şimdi kim bilir kaç yerde, kaç insan,
Dizlerinde atil ve çaresiz yatan ellerine küfredip acıyarak
bu lafları ediyor...

Anlıyorsun ya
zarar yok,
ben anlatacağım yine!...
Elden hiçbir şey gelmediği zaman
konuşup anlatmanın alçak tesellisi?

Belki evet,
belki hayır...
Hayır öyle değil.
Hangi teselli bırak be dinini seversem bırak...
Bu, düpedüz,
Başın önde, olduğun yerde dolanarak
kükremek, böğürüp bağırmak, Kemal...



1941, Sonbahar...














13.6.1981, Antalya



Kardeşim Ataol,

Sana bir karpostal yollamıştım, aldın mı ? Kaş Andifli ‘den lacivert taşlı küçük antik tiyatroyu gösteren bir kart...
Turgay ‘ın
[1] ‘’ Karda Işıltılar’’ ı geldi. Zahmet edip yollamış. Kitabın zarfını Nazım açmış ve zarfın üst bölümü yok. Adresi yazılımıydı bilemiyorum. Turgay ’a yazdığım teşekkür mektubunu da senin zarfa koyuyorum, bir zahmet...
Bodrum yolculuğunuz 15 Ağustos muydu ? ‘’ Ucuz bir tatil imkanı’’ diyorsun bir dost evi mi ? Beni dinlersen bu tarihi ileriye kaydır, Eylül ’e. Bodruma hiç gitmedim, gitmekte istemedim. Yaz aylarında kalabalık, kokusu çıkmış bir yer. Eğer eylül ayına kaydırmak imkanı varsa belki bizde bir delilik yapıp atlar geliriz tabi uygun bir motel bulunabilirse. Olmazsa burada çadır kurulan bölgeye bir çadır kurmayı düşünüyoruz. Evde boğulduk. En üst kat olunca dam, tavan bir cehenneme dönüyor.

Yüzme konusunda bir kaygım vardı. Hacettepe de rehabilitasyon merkezin ‘’biraz zorlanırsın’’ demişlerdi. Bizim Muammer ’e
[2] ‘’yahu’’ dedim, ‘’beni tenha bir yere götür yüzmeyi bir deneyeyim’’, götürdü attı beni denize, sol bacağın eksikliği bir şey fark etmiyor, eskisinden de iyi yüzüyorum.
Sabahattin Ali üstüne yazdığım yazıyı severek okudu. Kutlarım. Nankörlük son bulmalı. Bu yazıyı yazmış olmandan ötürü gurur duydum. Kendi değerlerini bu denli horlayan, küçümseyen başka bir toplum var mıdır diye düşünüyorum. Her küçümseyenin tavrında kendi küçüklüğünü gizleyen bir yan bulurum. Bitmeli bu kadir bilmezlik, acımasızlık. Sabahattin Ali benim dünyamı kuranlardan biridir. Her zaman severek okudum. Yazıldığı koşuları ve zamanı unutmamak gerek değerlendirirken. Ben ‘’ Kuyucaklı’’ lıyı 5 numara gaz lambasının titrek ışığında sarsılarak okumuşumdur. Bugün bile bir kez daha okumayı isterim ama o yıllar okumaya öylesine açtım ki, okumadım yedim, içtim ‘’ Kuyucaklı’’ yı. Romanın bir çok bölümü, sahnesi vs. belleğimde, imgelemimde yaşar durur. Konya da öğretmenlik yaptığı günlerde bir çamaşırcı kadını anlatır .. Ana kız soğuktan donup ölmüşlerdir. Çığlık bir öyküdür.
Sabahattin Ali ‘nin özel yaşamına ilişkin kimi dedikoduları bugün öne sürmenin ne alemi var ? Ayrıca kime gerekli ?
Özetle, S. Ali üstüne yazdığım yazı aydınlık, bilinç geliştirici ve duru.
Türk dili yazım kurumları Özel Sayı ’sında ki yazdıklarımı da okudum, yararlandım. Yerellik-evrensellik konularında bir çok şey okumuşumdur bu güne değin. Ama Gogol ’un Puşkin için söylediği ve alıntıladığı söz bilincimi aydınlatı verdi: ‘’... Çünkü gerçek ulusallık köylü mintanının betimlenmesinde değil, halkın ruhundadır’’
Edebiyat 81 ‘deki soruşturmaya benden de bir şeyler istediler, yanıtlayıp gönderemedim.
(...)
‘’Geniş soluklu şeylere yönelmek istiyorum’’ diyorsun. Gogol ‘un yolundan yola çıkarak Anadolu halkının ruhunu yakalamak. En ilerici kavmi ele almalı bence. Bektaşilik benim de ilgimi çekiyor. İsmet Zeki Eyuboğlu ‘nun ‘’Bektaşilik’’ diye bir kitabı çıktı bugünlerde. Rastlamamış olabilirsin, düşündüğün konularda yararlı olacak bir kitap olduğunu sanıyorum.
Karına Natali ‘ye sevgi selam.
Barış ‘ı öpüyoruz.

Not: K. Rileyev ‘le ilgili çevrilebilecek şiirler var mı ? Puşkin, Rileyev ‘i karşılaştıran biri ilgimi çekti.
‘’ Dünya Potorunu Çıkarıyor’’ adlı bir Bulgar öykücüsünün bilgiden bir kitabı çıktı okudun mu ? Aman mutlaka oku.












İst, 16.6.1981



Çok Sevgili Metin,

Güzelim kartla gönderdiğin mektupçuğunu aldım. Şimdi bir daha okudum. Şiirdeki duyarlıktan birleşmemiz öyle insanca ve anlaşılır ki. Her anlamda ölümle hayatın kesiştiği bir yerde yaşıyoruz ve yaşadığımızın, yaptığımızın anlamını sorup duruyoruz kendimize.
Sana bir daha yazdım mı, bilmiyorum. Bana anamın ölümü kadar koyan ve bağışlanamaz gelen bir ikinci şey, senin şu başına gelen oldu. Bağışlanamaz, avuntusu olmayan içimdeki bir yere yerleştiremediğim bir şey. Fakat yinede, ne olur bungun olma. Kendini aşırı duygululuklara da kaptırma. Mektubundaki, mektuplarındaki o güzel Türkçe’yle şiirlerine yenilerini ekle. 1. Şube hücresinde ve sonra Selimiye de koğuşta, aklımdan Nazım ‘ın, A. Arif ‘in şiirleriyle birlikte, senin ‘’ işsizlik, o en büyük hapishane’’ diye biten arı, duru, güzel şiirin de geçip durdu.(Mehmed Kemal ’in yazısını da sanırım o arada okudum sana gönderdiği içten, güzel, sıcak bir selamdı.) Bu deney üstüne anlatacak çok şeyler var. Kimileri adam olan için bir ömre yeter.
Aklına estiğinde, için çok karardığında bir telefon et. (mektubunun tarihi 5 Haziran, elime bugün geçiyor.) yabancı evdeysen ödemeli aç telefonu. Senin evde telefon olsa ben arada bir sesini duymak isterdim.
Çok sıkı, çok güzel durmalıyız. Çünkü halkımızın ozanıyız sen de bende. Hiç değilse özendik buna ve yaraşmaya çalıştık. Daha da çalışıyoruz ve çalışacağız. Bundan daha büyük bir mutluluk olamaz.
Gelelim Antalya ’ya. Bir sevgiliden uzak düşer gibi bu yıl uzak düştük Antalya dan. (Bir Bulgar dergisinde Akdeniz Gönlükleri yayımlanmış, K. Özer getirdi, gördüm. Anlayabildiğimce, çeviri güzeldi de. Varna da çıkan bu dergi yoluyla oradaki insan yüreklerine de Antalya ‘yı, Torosları ve biraz da buradaki yaşamımızdan, kendine özgü o yaşamımızdan renkler gönderdik. O şiiri yazdığım günleri bilirsin. Bir gün geldin de, yalnızlığıma acıdıydın, işte o günlerin fotoğrafı yayımlanmış gibi oldu o dergide.) Yine Bulgaristan da çıkan bir yirminci yüzyıl Türk Şiiri Antolojisi ‘n de (pek doğal olarak) seninde adını gördüm, fakat hangi şiirlerdi, iyice anlayamadım. Bende bu antolojiden şimdilik yok, ama gelecektir. O zaman bakıp anlarız.
Antalya’ya bu aralar gelmek olanaksız. Bu temmuzda çocukları Avşa ‘ya götüreceğim. Yirmi gün kadar. Sonra 1-15 Ağustos ’ta İzmirli arkadaşların ortak çabasıyla, Bodruma yakın (Bodrum değil) bir köyde tutulan bir evde kalacağız. Yani, bizim sıramız bu tarihlerde. Temmuz ve Ağustosu özellikle yavru Barışımız için güneş ve denizle geçirmek ve bu işi, olabildiğince ucuza geçirmek zorundayız.
Belki daha sonra eylülde, ekimde seni görmek için gelirim ben. Daha öncede keşke görüşebilseydik.
Aziz Nesin, Takma Bacak konusuyla ilgilendiğini, ama ölçü vb. için bacak takılacak kişinin orada bulunması gerektiğini, bunun da sağlanabileceğini söyledi geçen gün. Epey bir zamandır sıcak, uyumlu saygılı bir dostluk oluştu Aziz Bey ile aramızda. Zaten, aslında çok sıcak yürekli bir insan bence. Bu konuda elinden geleni yapacağından kuşkum yok. Yeter ki sen, bu işin tarihini, kendi olanakları vb. tam ve kesin olarak yaz. Bir an önce şu takma bacak işi çözümlensin, seni kafamda bir türlü koltuk değnekli canlandırmak istemiyorum. Canım sıkılıyor.
Sevgili Metin, akşamüstü eve geldim bu mektuba oturdum. Epey çalışıyorum şu aralar (çeviri, makale ve oyun türünde bir şeyler karalayarak). Şiirle ise yine küslük var aramızda. Gönlüm hep onda, ama layık değilim sanki. Onu yakalamak içi gerekli duygu netliği, zihin açıklığı şu ara uzak benden. Yine de gizli gizli bir şeyler kurup duruyorum sanki.
Birlikte, 70-80 yaşına varmak ümidiyle, Sevgi ve Özlemle ..















İstanbul – 23 Kasım 1966



Aziz şairim Cevdet Kudret
Dün size kendi radyo oyunlarımı göndermiş, Bayan Akdeniz ’in Sarraute çevirisinin de bir iki gün içerisinde yollanabileceğini belirtmiştim. O çeviriyi ve eserin aslını bugün gönderiyorum. Zarfta Yeni Roman hakkında kısa bir incelemede bulacaksınız. Mütercim, yayın evi kitabı basmaya karar verirse baş tarafta bu etüdün konmasının okurlar için faydalı olacağı kanısında. Ama öbür kararlar gibi, bu da sizin bileceğiniz bir iş. Bu etüdün özeti niteliğinde birde çok kısa bir tanıtma yazısı ihtiyaten eklendi. Sonra da Sarraute ‘nin büyükçe bir resmi.
Çeviri metninde aralara konan ve bölüm sayılarını belirten boş sayfalar, sırf, orijinal metindeki sayfa düzenine sadık kalmak için kondu.
Vereceğiniz kararı belki de doğrudan doğruya kendisine bildirmek istersiniz diye Bn. Akdeniz ‘in ev adresini yazıyorum.(Mükerrem Akdeniz, Feneryolu, Gazi Muhtar Paşa Korusu, Yazıcı sok. 16/7. Kızıltoprak, İstanbul)

Sevgiler, selamlar.




Behçet Necatigil





Sevgili dostlar,
Günün birinde, Bodrum ‘un yeşil bir tepesinde, Akdeniz’in mavi sularına bakan evinizde bizi de yanınızda görmek dileklerini ulaştıran mektubunuza ne kadar sevindik. Ev daha kurulmamış olsa bile ayak basacak toprağı var, temel var demektir. Hele şu son günlerde bizi kara düşüncelere dünyanın ve memleketin ahvali karşısında hayalen de olsa böyle güzel bir köy yaşamak hem Pertev için, hem de benim için ne mutlu bir şey .. Önümüzdeki sene için güzel dileklerinize de binlerce teşekkürler. Biz de size gönlümüzde taşıdığımız en güzel istekleri yollar bunların yakın zamanda tahakkuk etmesini dileriz.
Geçen sene memlekete uğrayamadık. Pertev bir ara Finlandiya ‘da ki folklör çalışmalarını arşivleri tedkik etmek üzere oraya gitti. Üç hafta kaldı. Tatil böylece bölününce cenuba indik, oradaki evimizde üç hafta sakin güzel bir tatil geçirdik. Korkut Cenevre deki Birleşmiş Milletler ‘de yedi ay kadar çalıştı. Biz Paris ‘ten dönerken Cenevre ’ye, onlara uğradık, bir hafta kadar yanlarında kaldık. Şimdi onlar memlekete döndüler.
Haziranda İstanbul ‘da milletler arası bir folklor kongresi olacak, ‘’ Türk hükümeti Pertev ’i de davet etti. Bu vesile ile memlekete geleceğiz. İnşallah görüşürüz.
Bütün dünya gibi Fransa ‘nın da hali berbat, her gün insanların tüylerini ürperten soygunlar gırla artıyor, sokaklarda nümayişler eksik değil, grevler birbirini kovalıyor ve rahat tasavvur edilmeyecek kadar pahalı. İnsan radyo haberlerini dinlemeye korkuyor. Sizin anlayacağınız garip bir alem oldu bu dünya.... Ayşe nerelerde, ne yapıyor, kocası Avrupa ‘ya çıkmak istiyordu, ne oldu. Zaman zaman kafamızdan çıkmayan sulaller bunlar.
İnşallah sıhhatiniz iyidir. Mühim olan iki ayak üzerinde durabilmek ve yürüyebilmek. Onu kaybetmemeğe çalışmak lazım.
Haydi sevgili dostlarımız Pertev ile ikinizi kucaklar bol bol öperiz. Güzel sohbetlerinize bu sene kavuşmak ümidiyle sevgilerimizi yollarız.



Hayrünnisa / Pertev






Tarihsiz



Kardeşim,

Mektubunuzu aldım. Kitabı çıkartmaktayım. Bayramdan sonraya yetişecek. Bu kış fazlaca rahatsız olduğum için yazı yazmak nasip olmadı. İki yazım vardı. Onları da Necip Fazıl ‘a söz verdiğim için gönderdim. Elimde hemen hiç hikaye kalmadı. Mamafih size ‘’Beyaz Altın’’ ı gönderiyorum. Yazın yazmıştım. Fakat muvaffak olmuş saymadığım için göndermemişim. Biraz rötuştan sonra, bilmem bir şeye benzete bildim mi ? sıhhatçe daha iyiyim. Herhalde yazım oldukça sizleri ihmal etmeyeceğimi ümit edebilirsiniz. ‘’ Bir Seyahatten Benimle Beraber Dönenler’’den iki yazım kaldı. Bunları bir türlü hale yol sokamıyorum. Cambazhane hikayem bitmişse de göndermeye cesaret edemiyorum, hikaye de muvaffak olmuş sayılamaz. Mamafih gene göndereceğim.
Şimdilik yazılarımı mümkün olduğu kadar imsakle koyarsanız yaza kadar ve yazın bir çok yazılar gönderirim. Affınızı diler, gözlerinizden öperim efendim.




Sait Faik





Sait Faik ’ten Yaşar Nebiye

(Arkadaş mek.)
Sait Faik
Bütün Eserleri 10
Açık hava oteli, konuşmalar
Mektuplar
(Bilgi Yayınevi)

Canımın içi Semiha,

İmzayı okuyup hayret ettin, sevindin mi ? İşte senin sevgili Nazım ‘ını bugün yakaladım. Canım kardeşim, bütün ruhumdan doğan heyecan ve kafamdan doğan bütün iktidarımla doğan heyecan ve kafamda bütün iktidarımla Nazım ‘la öyle konuştum. Sana karşı aşkı ebedidir. Buna emin ol ben senden bahsettikçe deli gibi oluyor, dudakları titriyordu. ‘’Zaten ben onu biliyordum’’ diyor. Lafı ben kapatır gibi yapıyorum, bakıyorum o tekrar açıyor. O, dünyalar kadar güzel ve zeki bir adam. Fakat gözlerim yaşardı. O ne ızdıraplar çekmiş, o ne talihsiz adam.
Fakat Semiha, sana acınacak bir şey söylemek mecburiyetindeyim. Seni üzmeyeyim diye ben onun 25 seneye mahkum olduğunu söylememiştim. Ve artık ona ölmüş nazarıyla bakıyordum. Hep gözümün önünde onu ihtiyar haliyle hapisten çıkacağı geliyordu. Şimdi çıktı. Fakat üzülme, maalesef ciğerinin bir tanesinde yara açılmış. Onun için 6 ay serbest bırakmışlardı. ‘’ Fakat ben bu 6 ayı affa tebdil ettireceğim’’ diyor. Seni görebilmek için can atıyor. ‘’Ona mektup yazın‘’ dedim. Derhal yazdı.



Arkadaş mek.
Amcası Kemal Cenap Berksoy ’un kızı Bedia ‘dan Semiha Berksoy’a



İLK MEKTUP



Ankara, 12 Kasım 1963


Kardeşim Ahmet,

Seninle sürekli mektuplaşacağımıza söz vermiştik. Nedense, bana güvenememiştin, ‘’Ankara’ya gidince yeni arkadaşlar edinirsin, bizi unutursun Zeynep,’’ demiştin.
Bak, hiç de unutmadım sizleri. Sözümde duruyorum.
Ankara’daki evimize yerleşeli bir hafta oldu. Daha önce mektup yazamadım. Çünkü, burada okula yeni yazıldım. Yeni evimizin adresini babamdan dün öğrenmiştim. İlk işim sana mektup yazmak oldu. Ders yılı ortasında İstanbul’daki okulumdan ayrılmayı hiç istemiyordum. Dört yıldan çok, bir sınıfta okuduğumuz arkadaşlarıma da alışmıştım. Ama babamın yeni işi Ankara’da. İstanbul ‘dayken söylemiştim sana, yakın arkadaşları babamı burada daha iyi bir işe aldırttılar. Babam, üç sınıf arkadaşıyla birlikte, bir şirkette çalışıyor. Üstelik onlarla hep bir apartmanda oturuyoruz. Arkadaşları babama Ankara’da hem iş buldular, hem de kendi oturdukları apartmanda boş bir daire. Babamın üç sınıf arkadaşının da çocukları var. Aynı apartmanda, küçüklü, büyüklü dokuz çocuğuz. Beşimiz aynı okula gidiyoruz. İkimizde aynı sınıflardayız. Kardeşim, yeni okuluna, yeni arkadaşlarına daha alışamadı. Ben burasını hiç yadırgamadım.
Birbirime başımızdan geçen önemli olayları yazmaya söz vermiştik. Yeni eve taşınmak, yeni okula gitmek, yeni arkadaşlarla tanışmak, oldukça önemli olaylar. Bunlardan başka, yazmaya değer önemli bişey olmadı.
İstanbul ‘daki okul arkadaşlarımı, daha şimdiden çok özledim. Sizlerle daha kimbilir nerde, ne zaman görüşebileceğiz.
Seninde sözünde durup mektup yazacağını umuyorum. Bütün arkadaşlara selam eder, hepinize başarılar dilerim.


Sınıf arkadaşın
Zeynep YALKIR
AMERİKA ‘YI YAPAN MİMAR



İstanbul, 15 Kasım 1963


Sevgili kardeşim Zeynep.
Mektubunu alınca çok sevindim. Sağol. Doğrusu, Ankara’da ki okula gidince bizi unutursun sanıyordum. Mektubunu sınıfta bütün arkadaşlara okudum. Hepsi de sevindi. Sana selam yazmamı söyledi.
Ben de verdiğim sözü tutuyorum. Burada geçen önemli olayları sana yazacağım.
Sen burdan gittikten 1-2 gün sonra hiç unutamayacağım bir şey oldu. Onu anlatayım sana.
Öğretmenimiz bir sabah, okula müfettiş geleceğini söyledi. Çok heyecanlıydı. Ama biz daha heyecanlandık.
O gün müfettişin, burada yakınlarda olan başka okullara da gittiğini duyduk. Başka okullardaki arkadaşlarımız, müfettişin ne yaptığını sorduk. Onların söylediğine göre, müfettiş her girdiği sınıfta öğretmene ‘’ Bir problem yazdırın da öğrencileriniz çözümlesin’’ diyormuş. Sonra, yine öğretmene, öğrencilere bir şiir yazdırmasını söylüyormuş. Yazılanları gözden geçiriyormuş. Ondan sonra, birkaç öğrenciye hep aynı soruları soruyormuş. Sorduğu sorularda şunlarmış: ‘’Amerika kaç yılında keşfedildi ?’’, ‘’ en çok sevdiğin insan kimdir?’’, ‘’İstanbul ’u kim fethetti?’’,’’ Süleymaniye Camisini kim yaptı?’’.
Öğretmenimiz bize yeni defterler aldırttı. Karatahtaya çok zor bir problemle çözümünü yazdı.
- Bunu defterinize olduğu gibi geçirin ! dedi.
Şiiri de yazdık defterimize. Sonra öğretmenimiz defterlerimize baktı. Doğru yazıp yazmadığımızı denetledi. Yanlış yazılanları düzeltti.
- Çocuklar Müfettiş Bey dersanemize gelirse, ben size bu problemle bu şiiri yazdıracağım ... dedi.
Bütün bu işler olup bittikten sonra,
- Şimdi de bazı soruların cevaplarını öğreneceksiniz. Müfettiş Bey kaldırıp sorarsa birinize, makine gibi çabuk cevap vereceksiniz... dedi.
Sonra bize, soruları ve cevaplarını ezberletti.
- Amerika kaç yılında keşfedildi ?
Hep bir ağızdan bağırıyorduk:
- 1492.
- Dünyada en çok sevdiğin kim ?
Bu soruya herkes başka türlü cevap verdiği için bir uğultu-gürültü yükseliyordu. Kimimiz ‘’Atatürk’’ kimimiz ‘’annem’’ yada ‘’babam’’ diye bağırıyorduk.
Sonra öğretmenimiz 3. soruyu soruyordu:
- İstanbul ‘u kim fethetti ?
Şıp diye cevabı yapıştırıyorduk:
- Fatih Sultan Mehmet.
- Süleymaniye Camisini kim yaptı ?
Öğretmenimiz sorusunu bitirmeden, ezberlediğimiz cevabı, hep birden bağırıyorduk:
- Mimar Sinan ...
2 gün hep bu sorularla cevaplarını ezberledik. Öğretmenimiz sık sık ‘’ sakin unutmayın ha !’’ diyordu.
Ben artık içimden arka arkaya cevapları diziyordum: ‘’ 1492. Babam. Fatih Sultan Mehmet. Mimar Sinan. 1492. Babam. Fatih Sultan Mehmet. Mimar Sinan. 1492. Babam ...’’
Öyle alışmıştım ki nerde olsam, elimde olmadan, bu cevapları sırayla mrıldanıp duruyordum.
Bir sabah annem,
- Hasta mısın ? diye sordu.
- değilim... dedim.
- Bütün gece, ‘’ 1492. Babam. Fatih Sultan Mehmet. Mimar Sinan...’’ diye sayıklayıp durdun da, ateşin yükseldi sandım... dedi.
O gün ilk derste müfettiş sınıfımıza geldi.
Bilirsin, ben öyle çok heyecanlı değilimdir ama, nedense o gün çok heyecanlandım. Titriyordum heyecandan. Belki de öğretmenin heyecanı bana geçmişti. Çünkü onun ellerinin titrediğini gördüm.
Müfettiş,
- öğrencilerinize bir şiir yazdırınız... dedi.
Bunun üzerine öğretmenimiz bize,
- Yazın! Dedi.
Daha önce defterlerimize yazdırdığı şiiri okumaya başladı. Şiir, önceden defterimizde yazılıydı. Arkadaşların çoğu şiiri bile yazmıyor, yazarmış gibi yapıyordu.
Öğretmenimiz şiiri okumasını bitirdi. Müfettiş, teker teker defterlerimize baktı. Hiçbirimizinkinde imla yanlışı bulamadı. Öğretmenimize,
- Teşekkür ederim, öğrencilerinizi iyi yetiştirmişsiniz... dedi.
Solumdaki sırada oturan Cengiz ‘in defterine bakmamıştı.
- Bakayım defterine... dedi.
Cengiz defterini uzattı müfettiş,
- Bu ne ? dedi.
- Şiir efendim.
Müfettiş,
- Bu nasıl şiir? diye bağırınca, başımı uzatıp yan gözle baktım.
Cengiz heyecandan yanlışlıkla, şiir yazılı diye, önceden matematik probleminin yazılı olduğu sayfayı açmış.
Az kaldı, Cengiz şiir yazılı öbür sayfayı açacaktı. Müfettişin arkasına gelen öğretmenimiz, eliyle gözüyle işaretler yapmaya başlayınca, Cengiz durumu anladı.
- Şiiri yazamadım efendim... dedi.
Öğretmenimiz hala eliyle Cengiz ’e işaretler yaparken, müfettiş birden geriye döndü.
- Bir de matematik problemi yazdırın da çözümlesinler... dedi.
Öğretmenimizin yüzü kıpkırmızı olmuştu.
Müfettişin önce problem yazdıracağını, sonra şiir yazdıracağını sanıyorduk. Bize öyle söylemişlerdi. Müfettiş, soru sırasını değiştirince Cengiz de şaşırmıştı.
Cengiz ’in defteri müfettişin elindeydi. Onun için öğretmenimiz eskisinden başka bir problem yazdırdı. Matematikten hep pekiyi alırım, bilirsin. Artık öyle şaşırmışız ki, problemi ben bile çözümleyemedim. Defterlerimize bakan müfettiş suratını buruşturdu. Öğretmenimiz çok utanmıştı. İçimden ‘’ müfettiş, ah, beni kaldırıp sorsa da makine gibi cevaplar versem ‘’ diyordum. Öğretmenimizin yüzünü ağartmak istiyordum. Kendi kendime boyuna:’’1492. Babam. Fatih Sultan Mehmet. Mimar Sinan. 1492...’’ diye mıraldanıp duruyordum.
Sanki içimden geçenleri okumuş gibi, müffetiş bana,
- sen kalk ! dedi.
Sevinçle fırladım sonradan bana arkadaşların söylediğine göre müfettiş,
- kaç yaşındasın ? diye sormuş.
Ben heyecandan soruyu anlayamadığım için, Amerika ’nın keşfini soruyor sandım,
- 1492 efendim... diye bağırdım.
Şaşkınlıktan gözleri büyüyen müfettiş,
- neee ? kaç yaşındasın ? diye bir daha sordu.
Ben de, doğru cevap verdiğimi sanarak,
- 1492 efendim... diye daha yüksek sesle bağırdım.
Müfettiş,
- İstanbul’u kim fethetti diye sormuş.
Ben ezberlediğim cevap sırasına göre,
- Babam... dedim.
Müfettişin soruların sırasını değiştireceğini önceden hiç düşünmemiştim.
Müfettiş ayağını yere vurup bağırdı:
- İstanbul ‘u kim fethetti, diye soruyorum.
- Babam, efendim.
- Senin baban kim ? ...
- Mimar Sinan.
- Ağzından çıkanı duymuyor musun oğlum. Babanı soruyorum Mimar Sinan diyorsun.
İşte ancak o zaman kırdığım potu anlayabildim! Ama heyecandan, müfettişin de bağırmasından öyle şaşırmıştım ki, bir türlü kendimi toparlayamıyordum.
- Peki, Mimar Sinan ne yaptı?
Artık büsbütün şaşırmıştım o şaşkınlıkla,
- İstanbul ‘u fethetti efendim... diye bağırdım.
- Kim ?
Sözde yanlışımı düzeltmek için,
- Mimar Süleyman... dedim.
- Süleymaniye Camisini kim yaptı öyleyse ?
- Sultan Sinan Fatih...
Kelimeleri birbirine karıştırdığımı sezinliyordum ama, artık toparlanamıyordum.
Müfettiş öyle kızmıştı ki, kızgınlıkla o da şaşırıp,
- Oğlum, dedi. Amerika ‘yı yapan mimar Sultan Mehmet ‘tir, Süleymaniye Camisini de keşfeden Fatih Sinan’dır.
Çocuklar kendileri tutamayıp kıkırdayarak gülüşmeye başlayınca, müfettiş yanlış söylediğini anladı. Yanlışını düzeltmek istedi:
- Yani Sinaniye Camisini Mimar Süleyman yaptı, Fatih ‘i Mimar Sultan Mehmet fethetti demek istiyorum...
Yine yanlış söylediğini anlayıp,
- Beni de şaşırttın be çocuk ! ... dedi.
Kızgınlıkla başını sallaya sallaya, kapıyı hızla çarpıp dersaneden çıktı.
Dersanede çıt yoktu. Bir süre sonra öğretmenimiz,
- Yazıklar olsun!... dedi.
Bu sözü, bana mı, müfettişe mi, yoksa kendisi için mi söylediğini anlayamadım.
Bu olayın beni nasıl üzdüğünü anlatamam. Her hatırlayışımda utanıyorum. Oysa, çabuk çabuk cevaplar verip, öğretmenimizin yüzünü ağartmak istemiştim.
Söz verdiğin gibi, sen de bana orada olup bitenleri yaz, emi ? mektuplarını bekliyorum. Ben de sana başarılar dilerim kardeşim.


Sınıf arkadaşın
Ahmet TARBAY

SERDEM isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 20.07.08, 13:17   #2 (permalink)
Kullanıcı Profili
S.Moderators
 
SERDEM - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Kullanıcı Bilgileri
Üyelik tarihi: Mar 2008
Mesajlar: 7.687
Konular: 6910
Puan Grafiği
Rep Puanı:11076
Rep Gücü:20
RD:SERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond repute
Teşekkür

Ettiği Teşekkür: 47
464 Mesajına 935 Kere Teşekkür Edlidi
:
Standart Mektup Türleri ve Örnekler

3 mayıs 1915 Pazartesi
Gelibolu

Sevgili Anne, Baba, Helen ve Küçük Stuart,

Hayaller bitti. Fransa ya da anavatan İngiltere ’ye gitme hayallerimiz yok oldu. Mektubun üst köşesindeki nottan da anlayacağınız gibi size bu satırları derin bir hayal kırıklığıyla çetin şartlar altında Gelibolu dan yazıyorum. Bizi Fransa yerine Gelibolu’ya yollamaları anlaşılır gibi değil, ama gerçek şu ki, biz Gelibolu’dayız.
Mısır’da ki monoton hayattan sıkılıp, “Haydi beyler bu kadar gösteri yeter, artık biraz erkek işi hareket, biraz tehlike!” diye hava atanlarla birlikte bencileyin Fransa’da bir “Avrupa tecrübesi” yaşamak isteyenleri, hepimizi gemilere doldurup Batı yerine Doğu-Akdeniz’e yolladılar. Dokuz gündür buradayız.
Oysa daha iki hafta önce Russell’la ben İskenderiye üzerinden Marsilya’ya kaçıp, orada Almanlarla savaşmayı düşünüyorduk. Ne olacaksa artık olsun, yeter ki bu çölde bir dakika daha kalmayalım, tek arzumuz buydu. Ayrıca İngiltere’nin yüksek menfaatlerine hizmet etmek için hepimizin nasıl can attığını düşünürseniz, durumumuzun vehametini anlardınız. Yalnızca çöldeki monotonluk değil, ayrıca belirsizlik denen baş belası da hepimizi asabi ve huzursuz yapmıştı. Olur olmaz şeylere sinirlenen , kavga çıkartan insanlara dönüşmüştük. Bir tek bizim Maoriler hariç. Bizim Anzak ordusunda bulunan Maori askerler Mısır’da olmaktan hiç şikayet etmedikleri dibi, aralarında çöl ikliminin yapış yapış ve boğucu havasını beğenenler bile vardı. Bizim çocuklar bile bu duruma şaşırdılar, fakat ben Maoriler’i anladığını sanıyorum. Ne de olsa yüzyıllardır Yeni Zelanda2dan dışarı çıkmamışlardı ve Mısır’da bu bakımdan düşünülünce, son derece ilginç bir kültüre sahip elbette. Bizim Maoriler’in iri yarı , güçlü kuvvetli bedenlerinden hiç beklenmeyen rahatına fazla düşkün, yufka yürekli tabiatları da İngiliz kumandanları şaşkınlığa uğrattı. İngiliz kumandanlar, Maoriler’in önceden sandıkları gibi boylu poslu vücutlarının ardında demirden yapılmış askerler olmadığını keşfedince, “ Savaştan önce yollarda ölür bunlar” diye endişelenmeye başladılar.
Bize gelince, Yeni Zelanda’dan ayrıldığımızdan beri gittiğimiz yol hesaplanırsa, şimdiye kadar tarihte hiçbir askeri kuvvet savaşmak için bizim kadar yol kat etmemiştir. Bu yol o kadar uzundu ki, aramızda Russel gibi,” Biz savaş meydanına varana kadar savaş çoktan bitecek” diye üzülenler bile vardı. Fakat bu konudaki bütün kaygılar boşa çıktı. Hayır savaşı kaçırmamıştık. Hatta savaşın en koyu ve en kanlı sahnesini biz başrol oynayalım diye bekletmişlerdi bile...
Sevgili anne, baba, dik kafalılığına her zaman hayran olduğum kız kardeşim ve küçük, akıllı Stuart, burada, Gelibolu Cephesinde hayatın bambaşka yönlerimi keşfetmeme sebep oluyor. Olayları meydana getiren sebeplerle farklı yönlerden bakmaya ve anlamaya çalışıyorum. Bunu yapacak yeteneğim ve sabrım olduğunu bilmezdim. Yani tamamen hazırlıksız olarak içine düştüğümüz bu güç şartlar, hepimizde kendimize ait bazı tuhaf keşiflere yol açıyor. İnsan zor ve tehlikeli durumlarda kendisini daha iyi tanıyormuş desem, beğenir misiniz?
Oysa 10 Nisan’da İskenderiye Limanında yüzlerce savaş gemisini yan yana görene kadar her şey sanki bir şakaydı ve bizler şortuyla pikniğe yollanmış izcilerdik. Telaffuz etmeye çekinsek de İskenderiye Limanı’nı ürkütücü bir azametle dolduran o savaş gemilerini gördüğümüz anda , birbirimizin yüzünü bakamayacak kadar çok korkmuştuk. Bir limanı dolduran yüzlerce savaş gemisini gözümüzde canlandırabilir misiniz? Bunu yapabilir misiniz? Birazdan o gemilerden birine binip, savaşa gitmek anı? O an . hani artık kabustan sıkılıp, uyanmak istediğiniz o tehlikeli an gelmiştir de bunun bir rüya olmadığını tam o sırada anlamışsınızdır. Öyleydi... galiba öyleydi. Sonra o gemilerden birine bindirildik. Fakat bindirildiğimiz savaş gemisinin güvertesinde uyurken hala varış yerimizi bilmiyorduk. Yani binlerce genç asker , nereye gittiğimizi bilmeden bir savaş gemisinde yol alıyorduk. Bunu anlamak zordur. Çok zordur. Belki de yaşamadan anlaşılmayacak o durumlardan bir tanesidir. En iyisi anlamaya hiç uğraşmayın. Fakat o sırada hala kendi aramızda şakalaşmayı ful istim sürdürüyorduk: “Ohh be, Mısır’dan kurtulduk ya sen ona bak! “ Neresi olursa olsun Mısır’a göre daha Kuzey’e ve Batı’ya gidiyorduk. Hurrah!
Bazıları Filistin’e ya da Gelibolu’ya yollandığımızı söylüyordu ama bu adlar biz de egzotik bazı imajlar dışında hiçbir duygu, asıl önemlisi gerçeklik duygusu yaratmıyordu. Filistin neyse ama Gelibolu da neyin nesiydi? Yunanistan ile Küçük Asya arasında , Avrupa kıtasında bir yarımada olduğunu haritadan biliyorduk ama o kadar. Bir de savaşmaya can attığımız Almanlarla müttefik olan Türklere ait topraklar olduğunu...
Biz Yeni Zelandalı ve Avustralyalılar’ın Batı’ya ve Kuzey’e gitme konusunu neden bu kadar önemsediğimizi ve bu konuda neden heyecanlandığımızı İngilizler pek anlamıyorlar. Bu heyecanımıza şaşırdıklarını da gizlemiyorlar. Doğrusu bende İngilizlerin bizi neden pek çok konuda anlayamadıklarına şaşırıyorum. Halbuki bu yolculuktan, aman pardon ya, bu seferden önce demek istiyorum, bir İngiliz’le bir Yeni Zelandalı’nın arasında anlayış ve kültür farkı olacağı benim aklıma bile gelmezdi. Yeni Zelanda’da yaşarken Kral ve anavatan bize yüreğimiz kadar yakındı. Kral: Büyük Britanya Kralı, anavatan: İngiltere. Bu elbette Avustralya için de böyle. Fakat gerçeğin bir de öteki yüzü varmış. Şöyle ki; İngilizler bizi taşralı olarak küçümsemekten hiç çekinmiyorlar. Ayrıca topluca Anzaklar’ı disiplinsiz, eğitilmeyen, asi bir insan topluluğu olarak gördüklerine dair dedikodular yayıldıkça huzursuzluğumuz artıyor.
Oysa bizim Yeni Zelanda Okul Gazetesinin: “(Britanya) İmparatorluk sizlere ihtiyaç duyduğunda, sorumluluk ve güçlükleri yüklenmeniz için size güveniyor.” Diye yazdığını daha bugünmüş gibi hatırlıyorum. Sonra New Zeland Herald gazetesi editörünün: “ Biz asla askeri bir toplum olmadık, biz donanma insanlarıyız. Biz 400 yıldır savunma ve güvenliğimiz için donanmamıza güveniyoruz.” Diye yazdığını unuttunuz mu? Peki orada bahsettiği BİZ kimdir Tanrı aşkına? Biz Yeni Zelandalılar mı, İngilizler mi? Yoksa benim sandığım gibi hep beraber oluşturduğumuz BİZ mi? Artık emin değilim. Editörün yazısında, “ BİZ donanma insanlarıyız.” Dediği insanlara Yeni Zelandalılar’ın dahil olduğundan kuşkuluyum. Donanma insanları? Biz mi? Buna belki Russell gibi yüreği aşırı milliyetçilik sebebiyle sağır ve kör olmuş ya da ağabeyim Will gibi aklının nerdeyse tümünü Tanrı’ya teslim ettiği için kendisini düşünemeyen Yeni Zelandalılar inanır. Bana gelince, ben bu yolculuğa, pardon sefere çıktığımızdan beri gördüklerimden sonra , New Zeland Herald editörünün Yeni Zelanda’yı Britanya’nın denizaşırı bir şubesi gibi gördüğünü düşünmeye başladım. Bu tıpkı, Yeni Zelandalı kadınların en önemli varoluş sebebinin (Britanya) İmparatorluk için daha sağlıklı bebekler yetiştirmeleri olduğunu düşünmek kadar sömürgeci bir tutumdur. Biliyorsunuz, bize bunlar da söylenmişti ama ancak “ev” den millerce uzakta ve savaş alanında olmam pek ironik değil mi?
Evet Yeni Zelanda’nın şehirleri küçüktür, fabrikaları azdır. Bizler hala çiftliklerde yaşarız ve köylü sayılırız. Ormanları, kırları severiz. Buna karşılık hayattaki en büyük idealimiz,Yeni Zelanda’yı İngiltere’yi besleyecek büyük ve verimli bir çiftlik yapmaktır. Sakın kızmayın bana, ama öyle değil mi yani; yalan mı sanki? Bu düşüncelerim özellikle Gelibolu denen yerde bana dokuz yıl gibi gelen sadece dokuz gündür yaşadıklarımdan sonra sanki uzun zamandır deniz dibinde saklı bekleyen birbirine bağlı büyük bir batığın aniden su yüzüne çıkması gibi önüme diziliyor. Ben hiçbir şey yapmasam da yaşadıklarım beni ister istemez batığı görmeye itiyor. Ve bu düşünceler ruhuma acı veriyor. Will dua etmemin ruhumu huzura kavuşturacağını söylüyor. Russell bir Yeni Zelandalı’nın İngiltere’ye Kral’ a bağlılığını sorgulamasının bozulmuşluk, ahlaki bir çöküş olduğuna inanıyor ve yoldan çıkmamam için kendince, hamasi nutuklar atarak bana yardımcı olmaya çalışıyor. “ Eğer birkaç Türk öldürürsen rahatlarsın.” Diyor. Keşke haklı olsaydı. Bunları düşündüğümde romancı Anthony Trollope’in eskiden muhalif ve fazla gururlu bularak ve fazla gururlu olarak kızdığım(ız) sözleri geliyor aklıma. “Biz Yeni Zelandalılar, kendimizi Britanya İmparatorluğu’nun kreması ve İngilizler’den daha fazla İngiliz sanıyoruz.” Dediğinde haksız mıydı acaba? Baba sen anlatmaz mıydın, 20. Yüzyılın başında 14-30 yaş arasındaki bütün Yeni Zelandalı erkeklerin zorunlu askerlik eğitimi almasına ses çıkarmamıştık, diye... sonra askerlik karşıtı pasifistlere hapis cezası verildiğinde yine toplum sessiz kalmıştı. Peki, İngiltere’den bile henüz geniş çaplı ve sert bir askerlik sistemi yokken bizim bu hevesimiz bir şeyi kanıtlama çabası değil de neydi?
Oysa bizi İskenderiye’den Limni Adası’na getirdiklerinde, hala masum bir Yeni Zelandalı’ydım. Dardanelle’e (Çanakkale Boğazı) 50 mil uzaklıkta, Mısır’da geçen monoton günler ve çöl ikliminden sonra Ege Denizi ve bu Yunan Adası bize çok iyi gelmişti. Fazla ağaçlıklı olmasa da yağmurların etkisiyle toprak yeşil bir bitki örtüsü ve sarı-kırmızı çiçeklerle donanmıştı. Bizde sonbahar olan nisan ayı, Kuzey yarımkürede ilkbahar demekti, fakat bizim buna alışmamız hiç de zor olmadı. Limni adasının tabiatı ve iklimi moralimizi düzeltmişti. Will bize Limni adası toprağının, antikçağda yılan sokmasına ve vebaya karşı ilaç olarak kullanıldığını anlattı. Ayrıca Ege denizindeki bu adalar ve Gelibolu’nun oralarda bir yerde bulunan Truva, mitolojinin, Odesa ve Afrodit’in anavatanıymış. Yani şimdi antikçağın Tanrı ve Tanrıçalarının evindeyiz ve onlar gibi bizde savaşacağız, diye gülümsüyorduk...
Russell, bizi Limni adasında katılan müttefikler arasında Fransızlar’ın Afrika’da ki sömürgelerinden getirilen zenciler, İngilizlerin Hindistan’dan getirdikleri Gurka ve Sih paralı askerleri ve Filistin’den gönüllü olarak gelen Siyonist Birliklerin’de olduğunu söyleyerek moralimizi yükseltiyordu. Oysa Mısır’dayken (Britanya) İmparatorluk Hükümetinin, sömürgelerindeki yerli halkları Avrupa’da ki savaşlarda kullanmaya isteksiz olduğunu duymuştuk. Ama gerçek öyle değildi, bu güzel Ege adasında Hintli Sih ve Gurkalar, bizimle beraber İngiltere adına Almanlar ve Türklerle savaşmak için bulunuyorlardı. Bu Hintlilerin arasında Müslümanların da olduğunu düşünmek, tuhaf bir duygu veriyor bana. Ya da yakın zamana kadar Osmanlı <imparatorluğunun bir eyaleti olan Mısır’daki Müslüman Arapların Türklerle savaşmaya giden bizlere kollarını açmaları Türkler için hazin olmalı... Bu, tıpkı bir gün bizim İngiltere ile harp etmek isteyen bir Müslüman orduya yardım etmemiz kadar mantıksız ve tedirgin edici bir duruma benziyordu.
24 Nisan akşamı bandolar eşliğinde sanki bir festivale gidermişcesine gemiler Limni’den ayrılmaya başladı. Biz kendi gemimizin güvertesinden gidenleri seyrettik. Bir İngiliz savaş gemisi yanımızdan süzülüp giderken , yan tarafına büyük harflerle yazdıkları yazı dikkatimizi çekti: “ÖNCE KONSTANTİNOPOLİS’E, SONRA HAREMLERE HÜCUM!” Çok güldük tabii. Gülmekten karnımız ağrıdı. Fakat şimdi düşünüyorum, İngilizlerin asıl amacı Konstantinopolis’i mi almak sahiden? Biz şimdi Gelibolu cehenneminde bunun için mi bulunuyoruz yani?
Avustralyalılar gece karanlığında, biz sabah 06’da Limni’den ayrıldık. Acaba burayı tekrar görebilecek miyiz? Bu kaygı hepimizin içini sessizce kemiriyordu. Yolculuğumuzun ilk saatleri unutulmayacak kadar güzeldi. Sabah 08’den itibaren top gürültüleri ve uğultuya benzer sesler duysak da biz daha çok Ege denizindeki manzaranın güzelliğiyle büyülenmiştik. Ege denizinin rengi maviyle yeşilin çok güzel miktarlarda karışımından meydana gelmiş. Rengi... nasıl desem, insanı coşturan bir tılsıma sahip. Bizim okyanusun ne kadar şahane renklerle oynaştığını bilen birinin Ege Denizine övgüde bulunabilmesi, bu denizin bütün o mitolojik hikayeleri hak ettiğini gösteriyor. Ege’nin insan ruhu üzerindeki pozitif ve yatıştırıcı bir tesiri var.
Bir süre sonra bizim gemilerden gelen heybetli top sesleri ve uzaktan görülmeye başlanan Gelibolu tepelerinden yükselen toz bulutları artık dikkatimizi Ege’den kopartmıştı. Bu manzaraya bakınca Türk ordusunun zaten erimeye başladığını düşünüyor, bize fazla iş kalmayacağını sanıyorduk. Üzerimizde bizim uçaklar, gözetleme balonları uçuyor, savaş gemileri top ateşiyle nakliye gemilerini koruyordu. Kendimizi güvenli ve güçlü hissediyorduk. Sakindik. Hala sakindik. Hatta bazıları güvertede uzanmış kitap okuyordu. Kimisi roman, kimisi Will gibi İncil.
Kahvaltıda karnımızın iyice doymasına aşırı itina gösteren komutanların şefkatli ilgisi beni huzursuz etmekle beraber, bunu ne Will'e ne de Russell’a belli etmiyordum.
Bulunduğumuz Gelibolu’ya yaklaştıkça tepelerden yükselen dumanlar artıyor, makineli tüfek sesleri çoğalıyordu. Fakat biraz daha yaklaşıp ve dikkatle bakınca gördüğüm manzarayı hayatım boyunca asla ama asla unutmayacağım. Donup kalmıştım. İleride Avustralyalılarla dolu filikaların Türkler’in hunharca ateşi altında öylece, dosdoğru Gelibolu sahiline ilerlediğini görmüştüm.
Filikadaki askerler, Avustralya orada olacak marşını bağırarak söylüyorlardı. Sonradan, o mesafeden ve o kadar gürültü içinde bunu duymanın imkansız olduğunu düşünsem de yemin ederim, o sırada duymuştum. Filika ilerlerken askerlerden bazıları Türklerin kurşunlarıyla vuruluyor, sapır sapır suya düşüyordu. Askerler, yani bizim Anzaklar vurulup ölüyorlardı. Orada , Gelibolu sahillerinde. Ve sahilde... Aman Tanrım, sahilde yüzlerce ceset yüzüyordu! Buz gibi oldum. Ürkmüştüm. Çok ürkmüştüm. Kar yağıyormuş gibi üşümeye başladım.
Gemimiz ilerledikçe arkada, üzerleri tek tük çalılarla kaplı sarp tepeler ve dik kayalıkların yer aldığı bir plaj gördüm. Gelibolu bumuydu? Biraz ileride tepelere tırmanmaya çalışan Avustralyalılar Türklerin acımasız kurşun yağmuru altında sapır sapır dökülüyorlar , ama sağ kalanlar kahramanca yeniden tırmanmaya devam ediyorlardı. İleri giderken , arkadan kendi arkadaşları tarafından yanlışlıkla vurulanlar oluyordu.
Türklerin canavar ruhlu ve sineklerden daha miskin olduklarını duymuştuk. Mısır’da İngilizce olarak yayınlanan Egyptian Gazete’de Türklerin Anadolu’da(Asya’da ki toprakları demekmiş) yaşayan bütün Hıristiyanlara işkence ettiklerine dair sık sık haberler çıkardı. Avustralyalı askerlere yollanan Argus gazetesinde Türklerin işkence ve eziyet etmeyi seven cani ruhlu insanlar olduğu yazıyormuş. İşte o kayalık Gelibolu sahillerinde Avustralyalılara ateş açan bu Türklerdi. İyide bu Türklere karşı bizi neden bu koydan karaya çıkartıyorlardı? Sahilde çıkarma yapmak için çok daha müsait plajlar varken bizi neden bu zor ve kayalık yere çıkarttıklarını anlamıyorum. Bu bir yanlışlık olmayacağına göre , belki bizim kafamızın yetmeyeceği bir askeri strateji meselesidir. Yine de yüksek tepelerin arkasına saklanan Türklerin bizleri kumara (tatlı patates) toplar gibi vuracağını bir er rütbesinde olan ben bile anlıyorum ama ... aklıma, bir generalin hatalı kararının bedelini bizzat canımızla ödeyeceğimiz gibi korkunç bir ihtimal geliyor ama çabucak kovuyordum onu oradan. Çünkü birazdan filikalara konup, o sahile bizde yollanacaktık. Gerçi hiç birimizde savaşacak hal yoktu. Biz bunun artık bir tatbikat, bir prova olmadığını kavramıştık. Bu savaştı. İşte savaş buydu! Oyun veya şaka değildi, savaş; ölmek yada öldürmekti. Çirkindi, mantıksızdı, ilkeldi. Bu güzel havada, bu güzel Ege denizinde , bu güzel yaşımızda tanımadığımız birilerinin memleketinde ölmek akıllıca bir şey değildi. Hiç değildi. Dönüp Will’e baktım. Sakin görünüyordu ama bembeyazdı. Birkaç saat önce:” Bugün hayatımın en büyük günü olacak!” diye gürleyen Russell’a baktım. Göğsü hızla inip kalkıyor, çene kasları titriyordu. Yumruklarını sıkmış, nefretle başını sallıyordu.
Sonra bizlerde filikalara bindirildik ve Gelibolu sahiline doğru ateş altında dosdoğru yol aldık. Saate baktım; yerel saatle 09:30 idi. Yeni Zelanda’da saat 19:30 olmalı, diye düşündüm, çay vakti çoktan geçmiştir. Doğru hesapladım mı bilmiyorum ama Gelibolu’nun Mısır’la aynı zaman diliminde olduğunu daha önce bize söylemişlerdi. Zaten ne fark eder? O sırada ne yaptığımızdan çok, benim sizi nasıl hayal ettiğim önemliydi ve ben sizi çay içip, bisküvi yerken düşünmeyi arzu ediyordum. Bunu çok arzu ediyordum. Çünkü aynı sırada biz, savunmasız, filikalar içinde Türklerin talim hedefi, Gelibolu sahillerine ilerliyorduk. Donmuştuk. Kaderimize boyun eğmiş bir halimiz vardı. İçimizde bir an önce sahile çıkıp düşmana haddini bildirmek heyecanıyla yanıp tutuşanlar çoğunluktaydı ama korkarım onlarda artık burada bulunmamızın nedeni konusunda konuşmaktan çok, “ Ne olacaksa olsun, bize ateş açan her kimse onunla savaşalım, bitsin bu iş” noktasına gelmişlerdi. Açıkçası soru sormak için çok geçti. Biraz önce hepimizi romantik hayallere, derin bir ruh huzuruna kavuşturan Ege denizinin üstü cesetlerle doluydu ve tarifinde zorlandığım o muhteşem mavi-yeşil rengi artık kıpkırmızıydı. Hatta sonunda filikayla kıyı arasında cesetlerden bir iskele oluşmuştu. Hayır, yanlış yazmadım, suyun üzerinde yüzen cesetler yan yana dizilerek bir iskele inşa etmişlerdi. Deniz, Türklerin üzerimize attığı bombaların şarapnelleriyle köpük köpüktü. Biraz önce bize güzelliklerini sunan Ege denizi Gelibolu’da öfkeden kudurmuş, kıpkırmızı kesilmiş, sanki bizi ret ediyordu. Bizse sanki topluca intihar ediyorduk. Bizi Türkler değil, O yanlış sahile çıkarma emri verenler öldürüyorlardı. Durum o kadar akıl dışı ve çıldırtacak kadar acıydı ki, ben aniden sağır oldum. Bütün o top tüfek sesleri, bağırışlar kesildi ve boşalan kulaklarım birden Ave Maria ilahisiyle doldu. Ave Maria... birisi bir kadın söylüyordu ve çok güzeldi. İçim açıldı, biraz soluk aldım. Endişe ile kasılmış yüzüme huzurlu bir gülümseme yayılmıştı ki, Will bana bağırıp kolumdan çekiştiriyordu. Onu duymuyor ama ağzının hareketlerinden bağırdığını anlıyordum. Ona sadece gülümsüyordum. Çünkü bu ilahiye o sırada benim için kim söylüyor idiyse ona minnettardım. Ömrümün sonuna kadar da minnettar kalacağım. Tanrı ondan razı olsun. Filikalarımız, şiddetle sarsıldığında dönüp baktım, bizim filikanın içinde dört askerin öldüğünü o zaman gördüm. Üzerime kan sıçramıştı, filikadakilerin ağzı açık ve hareketliydi ama ne çığlıkları ne de sesleri vardı. Kulaklarım, çevremdeki sesleri duymuyordu. Kulaklarım, yalnızca muhteşem bir soprano sesinin en fazla yükseldiği, tepeden söylediği Ave Maria ilahisiyle çınlıyordu. Bu çınlamayla başım dönüyordu. Olup biteni ben değil de başkası yaşıyormuş gibi izliyordum sanki. Sonra taze ölülerin hazırladığı ceset iskelesinden atlayarak sahile çıktık. Kan kokusunun böyle güçlü olduğunu bilmezdim. Toprağa ayak bastığımda ilahinin sesi kesildi. İlahi bitti, savaş başladı. Gelibolu topraklarına ayak bastığımızda artık bütün masumiyetim Ege denizinin derinliklerine gömülmüştü. Bütün masumiyetim.
Dokuz gündür buradayız ve Tanrı’nın bir mucizesi olarak hayattayız. Bize söylenen tek şey :”Kazın, toprağın daha çok kazın!” idi. O kadar. Bu kazmak emrini bize yollayanın , açıkta demirlemiş gemisinde bulunan Amiral Hamilton olduğu ama asıl patronunun Londra’da rahat rahat çayını yudumlayan Donanma Bakanı Bay Churchill adında biri olduğu söyleniyor. Bakan Churchill’in buralarda çok sevildiğini söyleyemeyeceğim. Ayrıca 400 yıllık muzaffer geçmişi ile övünen İngiliz Donanmasının çıkarma yapmak için bu kadar elverişsiz bir sahili seçmesinin sebebi bize hala açıklanmış değil. Burası tam anlamıyla cehennem tepeleri denecek bir yer. Buraya çıkartılmamız ancak bir donanma gafı olabilir. Çünkü burada tamamen birer av pozisyonundayız. Kimbilir, belki bizler büyük bir donanma gafının kurbanları olarak tarihe geçeriz. Fakat bu tarih yazılana kadar hayatta kalmak ve kazmak zorundayız. Dokuz gündür siper kazmaktan ve Türklerin karşı saldırılarından korunmaya çalışmaktan başka düşündüğümüz yok. Düşünmek, burada çok tehlikeli bir şey. Gündüzlerin çabucak bitmesi için dua ediyoruz. Çünkü gece olduğunda hayatta kalma şansı daha büyük. Geceleri düşman ışıldaklarına yaptığımız atışlarsa, sanki aya ateş etmek kadar hayali geliyor bana.
Fısıltı gazeteleri, ilk gün 700’den fazla Yeni Zelandalı’nın ölmüş olduğunu söylüyor. Bu sayı doğruysa Avustralyalı’ların kaybı 2-3 kat daha fazla olmalı. Garip değil mi, bize miskin, tembel, beceriksiz, artık iyice çözülmüş ve silahları eskimiş, dökülmüş durumda olduğu söylenen Türkler, günlerdir tam tersine donanımlı, cesur ve atak dövüşüyorlar. Yoksa biri bize durmadan pis şakalar mı yapıyor? Moralimiz pek de yüksek sayılmaz. Bulunduğumuz koyda bir kapana sıkışmış gibiyiz. Tepelerin eteklerinde kıvranan böceklere benzediğimizi düşünüyorum. Ağzımızda toprak tadı, kum parçaları. Russell çok küfürbaz ve inanılmaz asabi birine dönüştü. Will ise iyice içine kapandı. Onu, yaralıların sahra hastenesi çadırlarına taşıması işine verdiler. Sedyecilik yapıyor. Bazen de ölü taşıyor. Kimi zaman bana baktığında, beni gördüğünden şüpheye düşüyorum. İşin başka tuhaf yanı, bu kadar çok insan ölmesine rağmen, ortada tek Türk görünmüyor. Hangi yöne ateş edeceğimizi bile bilmiyoruz. Her yerde, her tepede ve çalı arkasında bir Türk olabilir. Bize hiç beklemediğimiz zamanlarda ateş yağdırıyor, sanki bizimle alay ediyorlar. Ortada düşman yok ama ölü çok. Bu Türkler, Doğunun bütün gizemini kendilerinde mi topladılar? Hayalet mi bunlar yoksa? Gerçek şu ki , Gelibolu’nun dağları Türk doğuruyor! Ayrıca bu Türklerin işin ucunu bırakmaya hiç niyetli görülmeyen zorlu savaşçılar olduklarını düşünmeye başladık. Onlar şimdi bizde olmayan bir güce sahipler. Çünkü, Türkler , memleketlerini savunuyorlar.
Russell Türklerin bizim dilimizi anlamadıklarını söylüyor ve onlara küfrediyor. Türklerin kendi komutanları olmadığını ordularını Alman Generallere teslim ettiklerini söylüyor. Ona;” İyi ama bizim ordumuzu da İngiliz Generaller yönetiyor.” Deyince, bana çok kızıyor ve ikisinin aynı şey olmadığını iddia ediyor. Bunu ne zaman konuşsak kavga ediyoruz. Ama sonuçta hepimiz Almanlardan nefret ediyoruz. Biz buraya onlarla savaşmaya geldik.
Çevremizdeki bütün kaos ve huzursuzluğa inat , burada dağ taş kırmızı gelinciklerle dolu. Çadırımızın içi ve dışı , parlak kırmızı rengiyle yaşamın güzelliğini ve çoktan unuttuğumuz aşkı bize hatırlatan gelincik halılarla döşenmiş durumda. Sizin için bir tane kurutup, bu mektubun arasında yollayacağım. Ama sakın kuruyunca oluşan bordo renge aldanmayın. O renk ölü gelinciğin rengi. Siz ona burada, Gelibolu’da yaşarken görmelisiniz; burada kendi topraklarında, yeşil çimenler üzerine parlak kan damlası renginde pırıl pırıl yaşarken. Gelibolu gelincikleri, güzellikleriyle içimi acıtarak, sevindiriyor beni, tıpkı şu anda dünyanın başka yerlerinde sevgilileriyle el ele dolaşıp bira içen yaşıtım gençlerin varlığını düşünmek gibi bir duygu bu... Evet, Gelibolu gelincikleri böyle bir duygu işte...
Çadırımı Will ve Russell’la paylaşıyorum. Bitişik çadırda Auckland’dan ragbi oyuncusu iki çocuk var. Nick ve Vick . İkisi de kırmızı saçlı, galiba kuzen oluyorlar. Neşeli çocuklar, hemen her şeye gülüyorlar. Her gün kaç Türk öldürdüklerini anlatırken, sanki o gün kaç tane koyun kestiklerinden bahsedermiş gibi bir halleri var. Bana geçenlerde, Norman Lindsay adlı bir asker tarafından çala kalem çizilmiş bir karikatür gösterdiler. Karikatürün çizildiği kağıt elden ele dolaşmaktan kırışmış, paçavraya dönmüştü. Karikatürde, burada savaşan memleketleri birer hayvan temsil ediyor. Kepi ve ragbi topuyla bir kivi kuşu, tahmin edileceği gibi bizi simgeliyor. Karikatürün ilk karesinde şapkasında Avustralya yazılı bir Avustralya ayısı Koala ve kivi kuşu ragbi maçında oynuyorlar. Maçın skoru, Avustralya:3, Yeni Zelanda:20. Ve koala , bizim kiviye “ keşke kriket oynamayı bilseydin!” diyerek laf yetiştirmeye çalışıyor. Sonraki karede kivi kuşu silah takınıp, kepine asker şapkasıyla değiştirmiş olarak yola düşmüş görünüyor ve,” Bir Hindi (Turkey) ile dövüşmeye gidiyoruz, anlaşılan.” diyor. Üçüncü karede, yara bere içinde kalmış kivi kuşuna silah kuşanmış koala katılıyor ve , “ İşte bu Biziz” diyor. Kivi : “Doğrusu da bu” diyerek yanıtlıyor onu. O sırada karşılarında dev bir Hindi onları bekliyor. Koala, kivi kuşuna dönüp: “Benim bildiğim kivi kuşunun kolları yoktur” diyor. Kekeleyen bizim kivi: “ Evet , şeyy... ama savaş halinde bizimde kollarımız vardır.” diyor ve ikisi birlikte Hindiyi pataklamaya girişiyorlar. Beni hüzünlendiren bu karikatür onları nedense çok güldürüyor. Aslında benim dışımda herkes, bu çizgili hikayeye kahkahalarla tepki verdi diyebilirim.
Bu sabah Nick ve Vic’i ortalarda göremeyince onların nerede olduklarını Will’e sordum. Gözlerini kaçırarak, “ Nerede olduklarını Tanrı bilir John.” Dedi. Gelibolu’da bu sözlerin bir tek anlamı vardır, o da ölüm. Ne garip değil mi, kısa zamanda buna alıştık. yoksa çıldırdık mı? “ Nasıl ?” diye sorduğumda ağabeyim sustu. Ben de sustum. Ağlamak istedim. Ama ağlayamadım. İçimde tek bir duygu yoktu. O kadar. İşte o kadar. Artık o iki delikanlı yok. O kadar. O kadar basit.
Sizi anlatmayı çok istediğim bir tepe var burada. Ona bir tepe , bir kayabaşı demek bana eksikmiş gibi geliyor, çünkü ilk gördüğümden beri onu canlıymış gibi düşünüyorum ben. Tam çıkarma yaptığımız koyun karşısındaki dik tepenin en yüksek ucundan aşağıdaki plaja, yani bize doğru kükremiş bir baş misali uzamış mahmuz gibi bir çıkıntı var. Bu kayabaşı, tıpkı Mısır’daki insan başlı aslan figürüne benzediğinden ona Sfenks adını taktık. Dağın tepesinde mavi bir şekilde oturmuş bu kaya parçası, sanki koyu gözetliyor ve onu yabancılardan koruyor. Ya da, ne bileyim, sanki insan eliyle yontularak, tepemize yerleştirilmiş bir bekçi. Bizi gözetliyor. İnsan ondan kaçamıyor. O hep bizi gözetliyor. Hayır, bu da değil, bu Sfenks kayası bizi tehdit ediyor. Will Mısırdayken eski Mısır kültürü ve mitolojisine göre Sfenkslerin , piramitleri kötü güçlerden koruması için yapılan birer simge olduklarını öğrenmiştim. Bunu bana söylediğinde, Gelibolu’da çıkarma yaptığımız koyun tam karşısında doğal olarak bir sfenk bulunmasının ne anlama geldiğini anladım. Bu bir tesadüf olabilir miydi? Bence burada yabancı ve kötü güç bizlerdik ve bu topraklarda biz istenmiyorduk. Russell benim bu açıklamamı saçma buluyor ve bana kızıyor, fakat başımı ne zaman kaldırsam, o sfenks kayası orada bana bakıyor. Uyuyabildiğim kısacık zamanlarda rüyalarıma giriyor. Orada mağrur ve güçlü başıyla kükreyerek bir şeyler söylüyor. Bu koya Türkler ne diyor bilmiyorum ama buraya çıkarma yapmamız sebebiyle adını Anzak Koyu olarak anıyoruz. Anzak Koyu bana çok romantik ama aynı zamanda yapay bir isim olarak görünüyor. Bence burası tarihe Kanlı Gelibolu Koyu olarak geçmelidir. Şimdi biraz uyuyacağım. Mektubumda saygısız ve kibirli bulacağınız satırlar ve düşünceler için beni bağışlayın. Belki benim de Will gibi daha sık ve daha mutlu mektuplar yazmamı tercih ederdiniz, ama maalesef gerçek buna müsait değil. Üslubumun sertliği tamamen şartların tesiri ile olmuştur. Yoksa sizlere ve vatanım Yeni Zelanda’ya karşı hislerim ve bağlılığımdan bir an için dahi kuşkuya düştüğüm yok, böyle bir şey olmadı, olamaz da. Beni düşünün ve bana dua edin. Hiç kuşkunuz olmasın ki , ben bu savaşta ölmeyeceğim.
Hepinize Gelibolu cehenneminden derin sevgilerimi gönderiyorum.






Oğlunuz ve Kardeşiniz


Alistair John Taylor


Not: Helen, Keri’ye birkaç kere mektup yazdım ama cevap alamadım. Umarım kendisi iyidir. Lütfen onu bul, ona kendisini sık sık düşündüğümü ve buradan mutlaka sağ çıkacağımı söyle.

SERDEM isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 20.07.08, 13:18   #3 (permalink)
Kullanıcı Profili
S.Moderators
 
SERDEM - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Kullanıcı Bilgileri
Üyelik tarihi: Mar 2008
Mesajlar: 7.687
Konular: 6910
Puan Grafiği
Rep Puanı:11076
Rep Gücü:20
RD:SERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond repute
Teşekkür

Ettiği Teşekkür: 47
464 Mesajına 935 Kere Teşekkür Edlidi
:
Standart Mektup Türleri ve Örnekler

10 Temmuz 1331 Cuma


Çanakkale
Numero: 16
Muhterem Valideciğim ve Kıymetli Kardaşım Salih,
Sizlere bu mektubu yazarken Kocaçimen Tepe önlerindeyim. Hava çok sıcak, vakit ikindi vaktidir. Allah’ın bir cennet parçası olarak yarattığı Çanakkale’de , güneşin muazzam güzellikte battığı Gelibolu yarımadasındayım. Bir tarafımda dik kayaların eteğinde Ege denizinin o maviyi yeşille en güzel miktarda buluşturan turkuaz renkli engin sularını, diğer tarafta Çanakkale’nin bereketli ovalarını görmekteyim. Bu tabiat mucizesinin ortasında pek kanlı muharebelerin cereyan ettiğini düşünmek insanı şiddetle isyana sürüklemekte veyahut da derin bir melankoli hali meydana getirmektedir. Mümkünü yoktur ki, bu ikisinin arası olsun. Ya isyan, ya melankoli!
Burasının güzelliği, tarifinde kelimelerin kifayetsiz kalacağı kadar mükemmeldir Valideciğim. Dünyanın en zalim, en canavar ruhlu insanı dahi, tabiatın buradaki mükemmel ahengi karşısında yüreğinde beşeri duyguların filizlendiğini hissetmek mecburiyetinde kalacaktır. Tabiat Ana, Çanakkale’deki cömertliğiyle insan ruhunun cimriliğine adeta bir ayna tutarak, onu sarsacak kadar ihtişamlıdır. Çeşit çeşit kuşların, böcek, envai türden yılan, kemirgen ve yüzlerce farklı şifalı otun. “olmaz böyle lezzet...” dedirten sebze ve meyvenin yan yana kavgasızca yaşadığı bu cennette harp etmek ancak insan denen canlı çeşidine mahsus bir kusur, bir büyük zaaf, emsalsiz bir talihsizlik olsa gerektir.
Valideciğim, bu harp zaferle bittiğinde, Allah2ın izniyle geri dönersem, sizi buralara getirip, dünya gözüyle bu cennet mekanı size de gösterebilmek en büyük arzumdur. Buraları pek beğeneceğinizi kuvvetle zannetmekteyim. Siz ki, memleketin müdafaası için asker doğurmuş şerefli bir Türk anasısınız, benim naçizane bir hediyem olarak mutlaka buraları göreceksiniz. İnşallah Allah o günleri bize nasip eder.
Burayı size daha iyi tarif edebilmek için, sulhün sembolü zeytin ağaçlarının, bu civarda uğurlu sayılan çok lezzetli bademlerin, mitologyada kahramanların başına taktıkları çelenkleri yapraklarıyla süsleyen defnelerin, sadece Havva Anamız ve Adem Babamız’ı değil, onların evlatlarını da baştan çıkartacak kadar baygın rayihalı incirlerin, memleket çocuklarının ilk bilye oyununda tanıştıkları cevizlerin bolluk ve bereket içinde salındığı bir cennet resmetmeliyim. Fakat bu resmin sesini unuttuğumu sanmayınız. Çanakkale’nin sesi şüphesiz ki bülbüldür. Buraya geldiğimden beri, ömrümde daha evvel bu kadar güzel mahlukat sesi duymadığımı anlamadım. Burada seher vakti öten bülbüllerin sanki musiki dersi almış birer sanatkar olduklarını fark ettim. Bu küçücük kuşların bu kadar hünerli hançerlerinin (gırtlak) olduğunu neden daha evvel keşfetmediğime yanıyorum. Güzel İstanbul’a geri döndüğümde evimize bülbül kuşu almak niyetindeyim. Bu kuşların ancak yavruyken kafese girdikleri , aksi halde ölecekleri söyleniyor. İşte Valideciğim her ne kadar şimdi harp sebebiyle toz toprak içinde kalarak harap olsa da buranın asıl manzarası böyledir. Zaten böyle cennet bir yerde harp etmek durumu değil midir ki, ruhumu büyük bir acıyla derinden sarsmaktadır.
Düşüncelerim bu noktaya gelip, öfke, yeis ve manasızlıkla düğümlendiğinde, Allah’ın kendi yarattığı cennetin içine kendisinin bilerek bir cehennem tohumu olan beşer adlı mahlukatı yerleştirdiğini düşünmekten kendimi alamıyorum. Cihanı cehennem, hayatlarımızı bedbaht kılan bizzat bizleriz. Biz kendi kendimizin düşmanıyız. Valideciğim. İnsan denen aklı yüce mahlukat, maalesef şeytandan hain, akbabadan beter, cellattan acımasızdır.
Harp mıntıkasının göbeğinde, ateş yağmuru ve bomba fırtınası içinde emir tebliğlerini yetiştirmek için canımı dişime takmış koşarken, aklımdan bu çeşit fikirlerin geçmesi askeri bakımdan zayıflık emaresidir(belirtisidir), farkındayım. Fakat elimde değil. Ben bir asker olmayı değil, hukukçu olmayı seçmiştim, lakin vatan müdafaası söz konusu olunca hepimiz askeriz işte. Velakin, benim askerliğim de bu kadar demek ki. Önce erkek mi, yoksa önce insan mı doğulur, bu da bambaşka bir münakaşa konusu tabi... Bu sebeple Çanakkale’nin cennet güzelliğine büyük bir tezat olarak gürül gürül akan bu şehit, hatta düşman kanı bile beni çıldırtıyor. Bir taraftan mukaddes vatan müdafaasının en ateşli vakitlerinde kanla imtihan ediliyoruz. Keza gelen havadisler pek de can sıkıcıdır. Ruslar Muş’u, Van’ı, Ağrı’yı işgal etmişler, Kafkas Cephesinde yenilmişiz,Irak’ta İngilizlerin hezimetine uğramışız, İngilizler Mezopotamya2yı işgal etmişler ve Van’da Ermeni isyanı patlak vermiş, Ermeniler için tehcir (göç ettirme) kararı verilmiş. Koskoca(Osmanlı) İmparatorluk alev alev yanıyor. Bunlar sadece Çanakkale cephesi , 5. Ordu ‘ ya vasıl olan havadislerdir. Siz kimbilir daha neler biliyorsunuz. İşte vatanın dört bir yanından hücum eden havadislerle birlikte harbin orta yerinde fikirlerim bir noktada kilitlenip , neyin rasyonel, neyin “irrationel” olduğunun yolunu şaşırınca –arttık kan kardeşim olan- Üsküplü İskender, derin tecrübe ve üstün zekasıyla inşa ettiği kamil(olgun) görüşleriyle imdadına yetişiyor. Allah ondan razı olsun. Bu talihsiz şartlarda ona rastlamam ne talihli bir tesadüf.
Hafızanıza yardımcı olmak için Üsküplü İskender’in, geçen baharda (Filistin-Süveyş) Kanal Cephesi’nden dönüşte ellerinizden öpmek için yalıyı (Beylerbeyi) ziyaretim esnasında yanımda bulunan genç zabıt olduğunu hatırlatmak isterim. Daha sonra da pek kısa da olsa kendisini beğendiğinizi mektuplarınızda ifade buyurarak beni bahtiyar ettiğiniz Üsküplü İskender , ziyadesiyle realist ve vatanperver bir münevver olup, tahmin ettiğiniz üzere yaşça benden büyüktür.
Zannımca , onun fikri hayatında küçük yaştan itibaren üzerinde tesiri olan ağabeylerinin rolü mühimdir. Üsküplü İskender’in biraderleri evvelce Vatan , sonra da İttihat ve Terakki Cemiyetleri’nin (Birlik ve İlerleme Derneği) azası olup, Trakyalı bir Türk ailesine mensupturlar. Üsküplü’nün ittihatçılarla ilgili fikirleri öz de her ne kadar rahmetli pederiminkine benzese de son kertede daha keskin ve inkılapçıdır. Bilirsiniz, rahmetli pederim pek temkinli ve itidalli bir insandı. Üsküplü İskender ise tam tersine cüretkar ve gözükara bir gençtir. Bu sebeple pederimden dinlediğim İttihatçılar ve Üsküplü’nün anlattıkları arasında ciddi farklar bulunmaktadır.
Üsküplü İskender, İttihat ve Terakkiciler’in aslen vatanperver fikirler ve hislerle yola çıktıklarını, lakin şimdi ferdi ihtirasları ve kahramanlık hayalleriyle karakterlerinin zayıfladığını düşünmektedir. İktidar zaferiyle sarhoş olan hayalperest ittihatçılar artık birer despot kesilmişlerdir. Bu sebeple Üsküplü onları sert bir lisanla tenkit etmektedir. Bana sık sık tekrarladığı ve kime ait olduğunu bilmediğim, fakat her defasında beni sarsan veciz sözünü size nakletmeden edemeyeceğim:” Her ihtilal, imha etmek için kan döktüğü zorbaların yerine en evvel kendi ihtilalcilerini oturtur.” Bu bir hakikat değilse, bir göz dağımıdır Valideciğim? Hakikatten, hürriyet için mücadele edenlerin kendileri sonunda bizzat birer despot mu oluyor? Büyük bir heyecanla okuyup, tesirinde kaldığımız Fransız İhtilali’de böyle neticelenmedi mi?
Üsküplü, Almanlar’la ittifak ederek bu büyük harbe girişimizi tamamen İttihatçılar’ın maceracı mizaçlarının sebebiyet verdiğini düşünüyor. Vatan ve milletin refahı, ordunun ıslahı gayesiyle çalışmak yerine, ordumuzun bütün sırlarıyla Almanlar’a teslim edilmesi bir tragedyadır! İşte bu tragedyaya ittihatçı sergüzeştliğinin sebep olmasından dolayı evvela fevkalede hiddetleniyor, akabinde pek müteessir oluyorum. Dahası, Harbiye nazırı (Milli Savunma Bakanı) Enver Paşa’nın , Dahiliye Nazırı(İçişleri Bakanı) Talat Bey’in ve Sadrazam (Başbakan) Sait Halim Paşa’nın yaldızlı salonların göz kamaştırıcı ışıkları altında şanlı planlar hazırlayarak millete kan kusturduklarını kanaat eden Üsküplü İskender eğer haklıysa, tarihimiz bunları mutlaka yazmalı, genç jenerasyonlar aynı hatalardan korunmalıdır. Eğer Üsküplü haklıysa bir gün bu memleketin şairlerden biri çıkıp; “Envar Paşa, hürriyet kahramanı Enver Bey’i öldürmüştür.” diyecektir.
Ben bu düşüncelerle kahrolurken , Sarıkamış’ta binlerce memleket evladının yine Never Paşa’nın kibri ve tecrübesizliği sebebiyle donarak şehit olduğu rivayetleri geliyorsa kulağımıza. Benim hiddetim, Üsküplü’nün ki yanında neşeli kalır. Fakat bütün hataları ve yıkımları tek bir şahsiyet üzerine yıkmak ne kadar doğruysa, böyle şahsiyetleri kahraman yapmak da o kadar yanılgıya düşmek sayılmaz mı?
Diğer taraftan yine Üsküplü’nün naklettiği bazı hayırlı havadislerde yok sayılmaz hani. Mesela, Balkan Türkleri arasında münevver gençliğin 1Kızıl Tilki” lakaplı despot Sultan Abdülhamid’in saltanatı sırasında yasaklanan Voltaire, Rousseau, Hobbes ve John Stuart Mill’i el altından okuyup, hararetle tartıştığını ben bilmezdim. Üsküplü bana bunu anlatınca , ben de rahmetli pederimle Gümüşsuyu’nda Rousseau’nun İçtimai Mukavele si (Toplum Sözleşmesi) hakkında konuşarak yaptığımız mesud yürüyüşleri yad ettim. Şimdi anlıyorum ki, ben pederimle hususi, umumi irade üzerine fikir yürütürken Selanik’tekilere nazaran pek mücerret (soyut) kalmaktaymışız.
Kan kardeşim Üsküplü İskender hakkında fikir verebilmek için, onun (Osmanlı) İmparatorluğa hasta adam yaftası yapıştıran Haçlı zihniyetine karşı hissettiği öfkeyi, milletimizin kanını hurafelerle emen tekke ve camilerde vatanın lehine bütün yenilikleri dinimize karşıymış gibi gösteren hocalar ve dahi padişahımızın ehliyetsizlik ve dirayetsizliğine karşı da aynı şiddet ve kararlılıkla hissetmekte olduğunu ilave etmeliyim. Fakat bana soracak olursanız, onun en fazla hırslandığı grup, mutaassıp ve pasif kalarak kendilerine bağlanan ümitleri yok eden İttihat ve Terakkiciler’dir.
Bu kanlı harbin ortasında bir cigara veyahut bir kahve içimi soluklandığımızda, Üsküplü’yle yaptığımız, birçoğu ateşli müzakereler esnasında zaman zaman ihtilafa düşsek de vardığımız ortak neticede hiçbir problemimiz yok. Biz Türk Milletinin dahili ve harici kabuslardan ancak kendi iradesiyle, şaşaalı hayallere kapılmak yerine kesin hedefler tespit etmekte kurtulacağına kanaat getirmiş bulunmaktayız. Bunun için mümtaz şeflere, bu şeflere yardıme decek münevver, ihtilalci kadrolara ihtiyaç bulunmaktadır. Burada Çanakkale Cephesi’nde harp eden zabitlere, zaferden sonra memleketin istikbali açısından çok mühim vazifeler düşeceğini görebilmek için müneccim(kahin) olmak gerekmiyor elbette. Bütün mesele bu münevver gençliğin ne kadarının buradaki kanlı savaştan salimen çıkacağıdır. Allah yardımcımız olsun. Çünkü ancak akıllı ve dirayetli milletler, büyük idareciler ve şefler yetiştirirler.
Değerli Valideciğim, size bu uzun mütalaalarla (düşünce) sıkıntı verdiysem, beni bağışlayınız. Büyük ihtimalle lazım geldiğinde vatan müdafaası için gözümü kırpmadan canını vermeye hazır olan Türk gençliğinin aynı zamanda münevver olmanın mesuliyetlerini de idrak ettiğini size bildirmek arzusuyla bunları yazmış bulundum. Yine bu vesileyle size bizim burada Çanakkale Şimal Cephesi’nde adı sıkça hayranlık ve heyecanla anılan bir başka kıymetli zabıttan sa bahsetmek isterim. Bizim Üsküplü’nün biraderleriyle Selanik’ten tanışıklığı olan bu yiğit ve gözüpek zabıt hakkında dilden dile dolaşan kahramanlık hikayeleri hepimize yüksel moral tesiri etmektedir. Bahis konusu olan Miralay Mustafa Kemal Efendi adında münevver bir komutandır ve Balkan Harbi sırasında Gelibolu’ya harp ettiğinden bu civarı avucunun içi gibi bildiği söylenmektedir. Şimal Cephesi’nde Miralay Mustafa Kemal adı anıldığında mübarek ve müjdeli bir ses duyulmuş kadar içimiz ısınmaktadır.
Muhterem Valideciğim, mektubumu nihayetlendirmeden evvel , burçlara pek rağbet etmeyen rahmetli pederimin aksine sizin seyyare(gezegen)hareketlerinin ruhlarımız üzerindeki tesirine inandığınızı bilerek hakkında daha müsbet (pozitif) kanaat edinmeniz için kan kardeşim Üsküplü İskender’in Esad(Aslan) burcunda doğmuş olduğunu da yazmak istedim. Allah’ın överek yarattığı, çok yakışıklı , dalyan boylu münevver ve vatansever bu genç adamın hakszılıklar mevzu bahis olunca bir aslan gibi kükremesi belki de Esad’ın burcuna mensup olmasıyla irtibatlıdır. Kolay kolay parlamayan, sakin ama kararlı, sizin tabirinizle “saklı inatçı” bir mizaca sahip olan bendenizin Serenat burcunda doğmuş olmamsa belki sadece bir tesadüftür.






SERDEM isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 20.07.08, 13:19   #4 (permalink)
Kullanıcı Profili
S.Moderators
 
SERDEM - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Kullanıcı Bilgileri
Üyelik tarihi: Mar 2008
Mesajlar: 7.687
Konular: 6910
Puan Grafiği
Rep Puanı:11076
Rep Gücü:20
RD:SERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond repute
Teşekkür

Ettiği Teşekkür: 47
464 Mesajına 935 Kere Teşekkür Edlidi
:
Standart Mektup Türleri ve Örnekler

Kıymetli Valideciğim
Mektubuma birkaç gün fasıla vermek durumunda kaldığım için kuruma bakmayınız. Burası çok sıcak ve cephede ne zaman ne olacağı hiç belli olmuyor. İçinde bulunduğumuz çetin şartlar ve zaruretler sebebiyle daha evvelden bildiğimiz pek çok mefhum(kavram) alt üst olmuş durumdadır. Bunlar arasında en mühimi “zaman” ve “sürat” mefhumlarıdır. Ömrümün cephelerde geçen son bir senesinde aynı (Osmanlı) İmparatorluğun farklı mıntıkalarında birbirine asla ve kat’a benzemeyen sürat ve zaman mefhumlarının yaşamakta olduğunu ibretle idrak etmiş bulunmaktayım. Payitahtta(başkent) saat ve takvim ile takip edilen zaman ve sürat, cenup(güney) ve şark(doğu) memalikinde (ülke) bambaşka kıstaslara göre ayarlanmaktadır. İmparatorluğun cenubi şarkında sabır ve tevekkül, saat ve takvim yerine kullanılmaktadır. Zannımca, aynı imparatorluğun içinde birbirinden bu kadar farklı zaman mefhumlarının kullanılması, şimdi içinde bulunduğumuz vahim ve hazin tablonun baş müsebbibidir.
Cepheye gelince; cephede zaman= hayatta kalabilmek, sürat= hayat kurtarabilmektir. Gece ve gündüzün yegane farkı, karanlık ve aydınlıkta ayakta kalabilmenin avantajlarıyla sınırlanmıştır. Sürat, kat edilen yol ve zamanla bağlantısını kaybetmiş, tamamen bağımsız hale gelmiştir. Zaman dene mefhum farklı mahaller, durumlar ve mekanlarda bu kadar farklılık arz ediyorsa, tamamen izafi(göreceli) sayılmaz mı Valideciğim? O vakit sürat de yeniden tarif edilmesi gereken bir mefhumdur. Gelecekte zaman mühendisliği ve zaman fenni konularında mütehassıslar yetiştirilirse şaşmamak gerekir.
İşte aramızda bulunan zaman ve sürat farkı sebebiyle sizi daha evvel haberdar edemediğim müjdeli bir havadisi de şimdi yazıyorum. Kanal Cephesi’nde ihtiyat zabiti
( yedek subay ) olan askeri rütbem Çanakkale’de mülazımı evvel’e (asteğmen) terfi olmuştu.
Mektubuma ara vermek durumumda kaldığım son beş gün zarfında komutanından nefirine kadar bütün efradın göstermiş olduğu yiğitlik ve fedakarlık sebebiyle bazı yeni terfiler geldi. Bendeniz de dün mülazımlığa (teğmen) terfi ettim.
Asker almamı hiç istemeyen rahmetli pederim, Harp Okulu’na gitmeden mülazım rütbesinden bir rahip olduğumu duysaydı bunu nasıl karşılardı kimbilir? Kıymetli bir hekim ve vatanperver bir şahsiyet olan pederimin bana sık sık;
“Askerlik, harp ve sulh esnasında farklı olan tek meslektir.” Dediğini hatırlatıyorum. Vatan müdafaası mevzu bahis olunca, bilhassa şimdi burada karşı karşıya bulunduğumuz gibi birleşmiş Hıristiyan aleminin memleketimize tecavüzü durumunda bu milletin her ferdi bir aslker olmak zorunda bırakılmıştır. Diğer taraftan Üsküplü İskender’in istihbaratına göre, İngilizlerin kendi müstemlekelerinde ki (sömürgü) Müslümanları da Çanakkale’ye getirmiş ve biz müslüman kardeşlerime karşı harp ettirmekteymişler. Bu istehbaratın doğruluğu henüz kesinleşmedi ama Mısır’daki Müslüman Arap kardeşlerimizin İngilizler’e kucak açarak, Müslüman Türkler’in kanını dökmelerini bilhassa yardım ettikleri kesindir. O halde bize asırlardır bellettirilen bir Müslüman Ümmet Birliğinden bahis etmek sadece bir hayel mahsülüdür veyahut da riyadır. Müslümanlarda tıpkı Hıristiyanlar gibi birbirlerinin kanları dökmeyi, ırzlarına göz dikmeyi mübah (günah olmauan) saymaktadır. Demek ki dinler, farklı milletten insanlar arasındaki kardeşlik bacağını sağlayacak kadar büyük güce sahip değildir. Demek ki, Müslüman Müslüman’ı öldürmektedir. Halbuki, aramızda hala Zafer-i Nihayı den sonra arap kardeşlerimizin İngilizler’i kovup, Osmanlıyla birleşeceği hayalini kurmakta olanlar mevcut. Bu durumda, ancak aynı milletten olmak, aynı ülkelere sahip teşkil etmektir, denilebilir. Bu mühim noktanın illa bukadar kanlı bir ibretle öğrenilmesi zaruri midir (şarat mıdır)? Lakin aynı milletten gelen bazı Avrupalılar’ın da farklı Hıristiyanlık mezhepleri sebebiyle birbirlerini otuz yıl kestikleri bize Galatasaray İdadisi’nde (lise) tarih derslerinde öğretilmemiş miydi? O halde yeni dünya nizamında (düzen), ancak aynı memleket hudutları içinde ikamet eden halkına müşavi (eşit) hürriyet ve refah vaad edebilen milletler, din ve ırk ülküsünden daha kuvvetli olan kardeşlik bağını kurabilecektir. Zanmınca, böyle olacaktır Valideciğim.
Tarihçilere gelince; gelecekte tarihçiler, bu harp hakkında ne yazacaklar bilemem ama Çanakkale Muharebeleri’nin Türkler’in bir nefsi müdafaa mücadelesi olduğu kadar, kardeşlerini artık körü körüne sadece Müslümanlık bağlarına dayanarak seçmeleri gerektiğinin de kanlı bir hikayesi olduğu kesindir. Benim arzum, bu milletin çektiği çilelerin, Çanakkale ’de pek çetin şartlar altında geçen bu muharebelerin gelecekteki Türk gençliğine ibret olmasıdır. Yoksa yazık olur! Çok yazık olur.
Malumunuz mübarek ramazan ayındayız. Oruç zamanıdır ve burası cehennem kadar sıcaktır. Gerek cephedeki hocalar, imamlar, gerekse biz münevver zabitler olsun, mukaddes dinimizde asla ve kat ’a zorlama olmayacağını, vatan görevi sebebiyle ‘’seferi’’ sayılacağımızdan oruç ve namazın farz olmadığını efrada sık sık anlatmaktayız. Tek tük oruç tutan mevcutsa da sayıları pek fazla değildir.
Çanakkale Cephesi ‘ne ilk geldiğimiz vakit, İstanbullu siviller-bilhassa benim gibi yabancı dil konuşan, yemek seçerek, dadılarla, kalfalarla büyümüş yüzlerce Paşazade genci- ‘’muhallebiciler’’ diyerek alaya alan efradla şimdi artık can kardeşi olduk. Zaten bizim fırkada artık muvazzaf ve ihtiyar (yedek) diye bir taksimat kalmadı. Yoluna seve seve canımızı koyduğumuz bu şerefli mücadelede, hepimiz et ve tırnak kadar kaynaştık. İstanbul ‘da daha evvelden pek mühimsemediğimiz İzmir ’in al yanaklı Efeleri ki, bayılırcasına sevdiğim zeybek havalarını oynayarak beni mest ettiler, Ankara ‘nın mert Seğmenleri ki, onların yürek kabartan misket havaları var, Anadolu ‘nun dört bir yanından çoluğu çocuğu bırakıp Çanakkale ‘ye koşmuş Anadolu Yiğitleri, Uşakları, Dadaşları, Kürtleri, Can-Kurban ‘ları burada yakinen tanıyıp, kalpten sevmeyi öğrendim. Bu memleketin fertleri aynı ülküyü paylaşmaktadır. Bu vatan bizimdir ve onu birlikte müdafa etmeliyiz.
Değerli Valideciğim, son mektubunuzun hemen her sahifesinde, cephe hayatımdan bahis etmeyişime sitem ederek, bu mevzuyu şiddetle merak buyuruyorsunuz. Oğlunuzun hayatı hakkında fikir edinmek hakkınız elbette bakidir, fakat size gündelik cephe hayatımı bilhassa anlatmayışımın sebebi, güzel canınızı sıkmamaktır. Şiddetli ısrarınız karşısında sizi rahatlatmaktan çok, endişelendirecek bu çile cephe hayatımı bir miktarda olsa hülasa (özet) edeceğim.
Burada neferle (er) birlikte toprağın içine kazdığımız daracık yollarda ve siperlerin içindeki zeminliklerde geçen hayatımız pekte içi açıcı değildir. Zeminlik, harp sahası gerisinde toprak altında meydana getirilen yerlere denmektedir ve bunların hayati ehemmiyeti mevcuttur. Zeminlikler hava almadığından, esasen rutubet içinde çukurlar olup, insana buram buram ter döktüren, diğer taraftan da kendisini ruhen köstebek gibi hissetmesi için birebir, mükemmel zindanlardır. Benim terfi ederek bu zindanlardan kurtulmuş olmam, on binlerce vatan evladının oralarda meşakkat çektiğinin realitesini değiştirmemektedir. Aslında ter dökmek için zeminliklere ihtiyaç yoktur. Arabistan çöllerinde yaka silktiğimiz cinnet sıcaklarıyla Çanakkale Cephesi ‘nde de karşılaşacağımız evvelden tahayyül bile edemezdik.
Dün sabaha karşı dörtte, uzun bir topçu düellosu vardı. Bizim siperlere müsademeli (karşılıklı) şarapnel atıldı, kum torbalarımız tamamen mahvoldu. Obüs mermileri (top mermisi) sağ cenahta bütün haşmetiyle patlıyordu gün daha ağarmamıştı. Bizler lağıma sığınarak kendimizi kurtardık. Fakat daha sonra bir düşman torpidosu lağımı patlattı. Yer fena halde sarsıldı. Lağım patlatmak bu harp vesilesiyle düşmandan öğrendiğimiz bir azap silahı oldu. Evvelden hazırlanan lağımı düşman siperlerinin altında patlatmak etrafa tahammülfersa yakıcı bir gaz kokusu yayıyor. İnsan zehirlenmekten kurtulup, sadece fenalaşmış olarak canını kurtarırsa, bacadan fırlamış gibi kapkara ve öksürük nöbeti tutmuş olarak çıkıyor. Zaten bu kaçışı bekleyen düşmanda yağmur gibi tüfek ve makineli tüfek kurşunu yağdırıyor üzerimize. İşlerini sağlama alıyorlar yani.
Merak buyurmayınız, biz bir telefat vermedik, ama kurşunlar çekirge sürüleri gibi kurşun uçan insan oek neşeli olamıyor. Sonradan açıkta aptes bozan (işeyen) iki neferin bu esnada yaralandığını, birininde şahit olduğunu öğrendim. Açıkta aptes bozarken dikkatli olunması hakkında etrafa tenbihat verdim. Zannımca bu müessif vakadan sonra işi ciddiye alacaklardır. Daha sonra da tayyare hücumuna maruz kaldık. Ah düşmanın cephesinde bu kadar çok, bizimki de bu kadar az olmasaydı görürdü onlar günlerini! Türk Milleti ’nin bu yoksulluktan ne zaman kurtulacağını kara kara düşünüyorum valideciğim. Bizim sadece cephanemiz değil, doktorumuz, hemşiremiz, ilacımızda yok denecek kadar azdır. Ah bu millet burada ettiği fedakarlıklar bir gün yazılsa, tarihin en büyük destanlarından biri meydana gelir!
Yavaş yavaş gün ağarıyordu. Düşman susmuştu. İşte o vakit benim pek sevdiğim bülbüller ötmeye, ruhumu derin bir aşk ve huzurla doldurmaya başlamıştı yeniden. Zafer-i Nihayi den sonra sizinle buralara geldiğimizde, sulh içinde bu bülbülleri dinleyeceğiz inşallah valideciğim. Sabahleyin çay içmemiştik. Düşmanın susmasını fırsat bilerek biraz hurma, kara üzüm ve peksimetle kahvaltı ettik. Artık Tabur Komutan Vekili rütbesine terfi eden can kardeşim Üsküplü İskender bana ziyarete gelmişti. Bunu bahane edip mangala ateş getirttim. Sade kahve ile ben pipo, Üsküplü cigara keyfi çattık böyle zor zamanlarda insan hemen kendini hem de dostlarını karakterleriyle tanıyor. Zanlımca çok meşakkatli durumlarda birbirlerine katlanabilen ve destek olan insanlar, gelecekte de hakiki dost olurlar. Üsküplü İskender üstün cesaretli, istikrarlı, dirayetli ve vakur karakteriyle sadece benim değil, bütün efradın güvenip, takdirle karşıladığı bir komutan vekili olmuştur. Kendisine olan hayranlığım her geçen gün daha fazla artmakta varlığı bu zor şartlarda kararan ruhumu bir güneş gibi aydınlatmaktaydı. Bana biraz babalık, biraz ağabeylik, biraz öğretmenlik yapsa da, o daha ziyade en hakikatli can dostumdur.
Öğle yemeğinde bölük karavana yedi. Bana konserve çorba getirdiler. Afiyetle içtim. Hep böyle fakir olduğumuzu düşünmeyiniz. Geçen hafta mesela, yemekte imam bayıldı vardı. Bazar: Gelibolu köyleri kendi rızklarından kesip, bize süt getiriyor. Taze süt içmek meğer ne büyük nimetmiş. Hele Çanakkale ‘nin sütü bambaşka lezzetli. Burada Allah ‘a şükür aç değiliz. En fazla eksikliğini çektiğimiz iki şey: sirke ve şekerdir.
Dün tifo aşısı vurulmuştum. Pek ziyade sıtma (titreme) yaptı. Gece biraz hastalandırdı. Fakat şimdi iyiyim. İnanınız iyiyim Valideciğim.
Fakat bu iş böyle olmayacak ki... Şimdi siz istediniz diye anlattığım bazı cephe detaylarını okuyunca yeise (üzüntü) kapılıp, dertleneceksiniz. Zannımca, size bu cephe hayatını anlatmam doğru olmayacaktır. Hayır, Valideciğim hayır, bunu yapmamalıyım. Mesela Çanakkale ‘ye ilk geldiğimde kolordu karargahında çadırlarda devam eden hayatımın, şimdi cephede küçücük bir kovukta ama harp şartlarında şa’şaalı sayılacak bir şekilde devam ettiğini yazmalıyım. Neferlerin kaputlarını (asker paltosu) yatak olarak kullandıkları düşünülürse, benim ot yastığım, kilim yatağım, kristal kandil fenerim, kahve takımım ve teneke mangalımdan meydana gelen fevkalâde muhteşem lüksümü takdir edersiniz. Bundan iyisi can sağlığıdır. Elhamdülillah Ya Rab!
Siz elbette benim benim tereyağının en katkısızı, güllaçın en katmerlisi, kahvenin en köpüklüsü, hünkarbeğendinin hakkıyla pişirilmişi konusunda pek müşkulpesent (titiz) ve müşteki(şikayetçi) bir adam olduğumu iyi bildiğinizden, şimdiki şartlarıma şükredişimi şaşkınlıktan küçük dilinizi yutarak okuyorsunuz. Haklısınız Valideciğim. Bir sene evvelinde kolalı beyaz örtüsüz, gümüş çatal-bıçaksız, Bohemiya porselensiz bir masaya oturmayı kendine yakıştırmayan oğlunuz, vatan müdafaası gibi mukaddes bir görev bahis konusu olunca birçok i’tiyad (alışkanlık) ve keyfinden gözünü kırpmadan vazgeçmiş bulunmaktadır.
Yanımdaki kovukta, posta neferim Hüseyin kalmaktadır. Kendisi Ege köylüsü, temiz kalpli , itaatkar bir neferdir ve beni size mektup yazarken her gördüğünde, daima saygı ve hürmetlerini yollamaktadır. Onun kadar cevval ve zeki binlerce vatan evladının okur-yazar olmaması inanılır gibi değil. Biz zabitlerin yüreği, harbin ateşi kadar memleketin bu cehaletine de yanmaktadır. Bu memleketin bütün evlatları, kadın-kız, köylü-şehirli ayırmadan okutulmalıdır. Acilen okutulmalıdır. Ah cehalet kadar büyük bir düşman yoktur!
Fakat şimdi öyle zor şartlar altındayız ki, cehalet meselesi Zafer-i Nihayi’den sonra mücadele edilecek bir düşmandır. Burada çoğu zaman saç, sakal uzamış, uykusuzluğu üzerine çeken ağır mesuliyet hissinin tesiri ile yüzler esmerleşmiş, yorgun erkekler olarak yaşamaktayız. en fecisi pek fena kokuyoruz. Halbuki iki deniz arasındayız. Sağımız ve solumuz billur gibi su, lakin yıkanamıyoruz. Leş gibi olduk. Bunun sebebi cephede su ve vasıta eksikliğidir. Halbuki motor ve makine asrındayız ama biz burada hala kazma kürek asrında yaşıyoruz. İçme suyunu, kazma kürek ile iptidai metotlarla elde etmeye çabalıyoruz. Hala varolan bulaşıcı hastalıklara bu pislik sebebiyle artacağı endişesindeyiz. Bir de bitlenme kabusumuz var ki, var!
Balaban delikanlılar, kifayetsiz gıda sebebiyle sıska, yorgun ve hastadırlar. Ahh şimdi rahmetli pederim olacaktı da, Bahçekapı’daki Hasan Eczanesi’nden şişeler dolusu Hasan kuvvet şurubu gönderecekti cepheye. Bu şuruplar kansızlık, halsizlik, asabiyet gibi burada pek fazla görülen dertlere deva olacaktı. Fakat şişesi 18-20 kuruş olan bu şuruplara bu zamanda ayıracak para yoktur.
Neferin maneviyatını yüksek tutabilmek için biz zabitler her gün traş oluyoruz. Açlık, susuzluk, pislik gibi dertlerle baş edebilen evladınız, tahmin edeceğiniz üzere uykusuzluk denen tabi afete karşı dayanıklı değildir. Uykusuzluk belası ile başa çıkabilmek için sık sık siperleri gezip efratla sohbet ediyor, kendimi meşgul ediyor, bulabildiğim her nargile, pipo tütünü, cigara ve kahve içiyorum. Hatta aynı gazeteleri defalarca okuyorum. Fakat yine de uyku benden zorlu çıkıyor. Uyku beni çekiyor. Uykusuzluk beni can evimden vuruyor. Sağ kalır, evime dönersem, günlerce rahat döşeklerde uyuyacağımı hayal etmekteyim. Gazete dedim de, cephede muntazam gazete bulmak mümkün değil ama gecikerekte olsa Tanin, İktam ve Turan gazeteleri bize ulaşıyor.
Geçen hafta efrada, maaş tevzi ettik. Benim iki buçuk liram arttı. Müsadenizle onu size yollamak isterim. Hin-i hacette lazım olabilir. Valideciğim şimdi posta neferim Hüseyin geldi, dışarıda kopan kıyametin topçu bombardımanı olduğunu bildirdi, hemen koşmam lazım.
Valideciğim, tam da mektubumu tamamlamak üzereyken, neferimin verdiği haber sebebiyle size yeniden yazmaya ara verdim. Atıma atlayıp muharebe alanına vardığımda bir zamanlar, biraz servet ve güzellik kaynağı olan ve dünyanın en nefis üzümlerini yetiştiren bağ kütükleriyle dolu o vadiyi kesif bir toz bulutu içinde buldum. Yüksek şöhretli üzüm kütüklerinden eser kalmayışından ziyade dehşet verici olan, oraya vardığımızda gördüğüm manzaraydı. Harp esnasında pek çok keder verici , insanı derinden sarsan manzaralar gördüm. Fakat Kanlı Sırt’ta bu son manzara kadar dehşet verenini ne gördüm, ne de bir daha görmek isterim. Allah kimseye göstermesin. Hatırası ile insanın tüylerini ömür billah diken edecek, dehşetiyle bir daha katıksız saadet yaşamaya imkan vermeyecek kadar kanlı bir manzara. Bu kadar geniş alana yayılmış, vaziyette parçalanmış insan eti ve kopmuş insan uzvuna bakıp, et ve yanık kokusuna karışan feryat ve iğilti seslerini duyunca insan evvela sersemliyor. Kulakları uğulduyor, gözleri kararıyor. Donup kalıyor. Şuurunu kaybediyor. Kendine gelince de insanlığından utanıyor. Ve o aradaki zamanda ne olduğunu asla hatırlamıyor. Bunu takiben intikam hisleriyle yanıp kavruluyor. Bu yangın insanın aklını başından alacak kadar kuvvetli. Bu yangın insanın vücudunu sarsacak kadar somut. İntikam yangını çok acıtır Valideciğim. İnsan o an cinnet getirmenin hududunda için için ağlayarak bekler. O an, insan tıpkı doğduğu ve öldüğü an kadar yalnız olduğu andır. Sonra ya cinnet getirir, ya da kurtulur. Çünkü insanın insana ettiği zulmün en büyüğünü gören yürek, o an iflas etmiştir. Ümiddin bittiği andır o an. Ve insan bu manzarayı gördükten sonra bir daha asla aynı insan olamayacağını çok iyi anlamıştır.
Bu manzara nasıl tavsir edilir Valideciğim, ah Valideciğim! Sanki bir kıyamet tablosu. Delik deşik kaputların üzerine düşüp kalmış gencecik insan vücutları, noksan uzuvlu ama bunun henüz farkına varamamış şaşkın gençler... Meydanda tek renk var: Kırmızı! Hayatta kalanlar kaybettikleri uzuvlarına bakıp, ölümden kurtulduklarına üzülüyorlar, sağlam kalanlar şaşkın, bitkin, kabzalarından kan damlayan süngüler ellerinde, sersemlemiş olarak uykuda gezer gibi hareket halindeler... Kanlı tüfek taşıyan onbaşılar, parçalanmış portatif çadırlar, siperlerde neferlerin yatak olarak kullandığı ve şimdi kana bulanmış koyun postları, yerlere saçılmış bazı mektup sahifeleri... mümkünü yok, bu sırtın adı Kanlı Sırt olmuştur artık!
Siperler en üst kısmına kadar ölülerle yıka basa dolu olduğundan, buralara temizlemek üzere müfrezeler yol açıyordu. Bu sırada cesetleri dışarıya çıkaran neferlere dahi düşman ateş açmaktaydı. Hava sıcak, çok berbat sıcak, vaziyet pek kritik. Bu kadar elemli bir temizlik sırasında bize hala şarapnel infilaklarıyla hayati tehlike yaşatan düşman nasıl biridir? İnsan mıdır, cin midir? Şaşırıp kalmıştım... Hemen ayaklarımın dibinde yepyeni postalları, az kullanılmış süngülü tüfeğine sımsıkı yapışmış olarak şehit düşmüş, besbelli cepheye yeni gelmiş gencecik bir çocuk yatıyordu. Ona bakınca, aynı şeyin her an başıma gelme ihtimalinin ne kadar yüksek olduğu fikri bana vız geldi. Cesur veyahut kahraman olduğumdan değil, aklımın beni koruyamayacak kadar uyuşmuş olmasından dolayı pervasızlaştım. Havadan gencecik kollar ve bacaklar yağarken insan aklını kaybediyor. Aklının yerine , büyük bir intikam hissiyle düşmanın kol ve bacaklarını kopartmak arzusu doluyor insanın kafasına. Bu intikam arzusunu böyle şehvetle hissettikten sonra insanın masumiyetini koruyabilmesi mümkün değil. Sıtma nöbeti tutmuş gibi zangırdamaya başladım. O sıcakta soğuktan donar gibi titriyordum. Kendimi fena, çok fena hissediyordum. Ama bir mucize oldu. Bir ses duydum, yaşlı ve sevgi dolu bir kadın sesi. Bu sesi hemen tanıdım. Ninemdi bu. Bir şarkı söylüyordu. Dikkatle dinledim. Ninem ilahi söylüyordu. Ninem cephede bana ilahi söylüyordu. Titremem durdu. Ter içinde kalmıştım ama muntazam nefes almaya başlamıştım. İntikam arzusuyla yıldırım çarpmış gibi titreyen vücudumu, nereden çıktıysa, aniden zemzem suyuyla yıkar gibi huzura kavuşturan, ninemin bana ninni yerine söylediği ilahiler zapdetmişti. Başkası söyleseydi güler geçerdim ama bizzat tecrübe ettikten sonra, küçük mucizelerin ancak inananların başına geleceğini ben de gönülden iman ettim. Ninemim ilahileri Kanlı Sırt’ta beni bir çılgınlık yapmaktan korudu Valideciğim. Kardeşim Salih’in aksine bir türlü uykuya dalamayan bana, sabırla ilahiler söyleyerek saçlarımı okşayan ninem , bu dar zamanda beni cephede buldu ve bana ilahilerini söyledi. Ninemim kulağıma söylediği Yunus’un şiirleri ateş gibi yanan , fırtına da ağaç gibi sarsıla vücuduma merhem oldu. Ruhum şiddetle ihtiyaç duyduğu huzura kısa da olsa orada kavuştu: “ Aşkın aldı benden beni/ Bana seni gerek seni/ Ben yanarım dün ü günü/ Bana seni gerek seni” Valideciğim, ninemin kabrine gidip, benim için ruhuna Fatiha okutur musunuz? Cephede ilahileriyle aklımı koruduğuna göre Fatiha istedi, rahmetli ninem. Cennet mekan olsun.
Bugünkü muharebeden sonra, Merkez Tepe’ye şiddetli bombardımanı devam ettiren düşman, maalesef muvaffak olmuş, Kanlı Sırt işgal edilmiştir.
Muhterem Valideciğim, zannımca size bunları anlatmam doğru olmayacaktır. Hayır, Valideciğim hayır, bunu yapmamalıyım, size bu mektubu göndermemeliyim. Git gide uzayarak bir kanlı harp günlüğüne benzeyen bu mektubumu, tıpkı daha önce yazıp, yollamakta tereddüt ettiğim diğer mektuplarım gibi ya yırtıp atacağım, ya da saklayacağım. Çünkü ben sizin aklınızı başınızdan alacak kanlı ve çok kederli cephe hikayeleri ile üzülmenizi değil bilhakis romantik kahramanlık hikayeleri hayal ederek beni beklemenizi yeğlerim. Bu sebeple bu mektubu yollamamalıyım. Çünkü hakiki cephe hikayelerinde kahramanlık yoktur. Kahramanlık ancak tarih kitaplarında ve romanlarında bulunur. Belki Zafer-i Nihayi’den sonra beraber okuruz bu satırları... Kimbilir...
Mamafih zaman zaman pek tuhaf hadiselerde yaşanmıyor değil.
Mesela düşman, bombardımanı her vakit bombalarla yapmıyor. Hayal gücü yüksek, enteresan başka teknikleri de mevcut. Düşman, aralarında sadece on nefer boyu mesafecik bulunan siperlerimize bazen sardalye konserveleri veyahut reçel kutuları fırlatıyor. Bizimkilerde sigara paketleriyle mukabele ediyorlar. Düşmanlar arasında hem de sıcak cephede böyle şakalaşmak cihanda duyulmuş şey midir?
Bu şakacı düşmanın İngiliz veyahut Fransız değil, Okyanustaki müstemleke(sömürge) adaların ahalisinden toplanan, Östralyalı, Zelandalı, hatta Kanadalı gençlerden meydana getirilmiş Anzak Ordusu’na mensup askerler olduklarını artık biliyoruz. Bu milletler, zannımca İngiltere’nin müstemlekesi olmak sebebiyle İngilizceyi ana dil edinmiş bulunmaktadırlar. Fakat Üsküplü İskender bunların İngiltere’de istenmeyen , suş işlemiş aslen Brötan, İskoç, İrlanda soyu , sopundan efrad olduklarını, uzak memleketlere kaçarak oralarda yerleştiklerini söylüyor. Vallahi benim bu cihan milletleri hakkında onun kadar derin bilgim yok, Maşallah Üsküplü ayaklı bir kütüphane mübarek! Benimse naçiz birkaç ecnebi lisanım var işte. İngilizcem, Fransızcam ve Almancama göre zayıf sayılsa da burada onların söylediklerini çat pat söken bir ben varım. Yazdıklarını notlara bazen Fransızcaya benzeyen kelimelerden çıkararak anlamaya çalışıyorum. Fakat yine de işe yaramak fevkalade güzel.
Bunlardan başka şakalarda mevcut. ANZAKLAR bazen uzun sırıklar üzerine kağıt ve bezlerden yaptıkları kuklaları takarak, siperlerden uzatıp sağa sola dans ettiriyorlar. Bizim çocuklar kah el çırparak, kah kahkaha atarak onları seyrediyorlar. Bilmesem, Çanakkale’de beynelmilel bir eğlence tertip edilmiş sanacağım. Üsküplü İskender’in “maskaralık!” diye hiddetlendiği bu tuhaf eğlenceler, nadir sulh zamanlarında iki tarafın yemek yediği sıralarda cereyan ediyor. Bıraksalar beraber eğlenmeye pek hevesli bu gençlerin, arasında hiçbir ferdi husumet yoktur. Gençliklerinin baharında böyle cennet bir mekanda ve bir cehennem sıcağında harp etmenin can sıkıntısını böyle garip eğlencelerle giderdikten sonra yeniden ama bu sefer top ve tüfekle şakalaşmaya(!) başlıyorlar. Sardalye konservesi, reçel kutusu ve sigara paketlerinin yerine bombalar savurarak... hiçbir mantıklı izahı olmayan bütün vahim durumlar gibi bu harpte canımı sıkıyor. Sıcak ve harp devam ettikçe, asabiyet ve şiddet artıyor. Şiddet insanı vahşileştiriyor.
Dünkü muharebede, Üsküplü’nün posta neferi Hasan Efendi şehit oldu. Daha birkaç gün evvelde amca oğlu şehit düşmüştü. Her ikisine de Allah rahmet eylesin. Hasan Efendi’yi hepimiz severdik. Karadenizli civan bir adamdı. Yüreği vatan sevgisi ile çarpardı. Cansız vücudu sedye içinde taşınırken, uykuya dalmış gibi bir hali vardı ama sedyeden yere kan damlıyordu. Normal şartlarda yürek parçalayacak bu manzara, içinde bulunduğumuz durumda kanıksadığımız adi bir vaka haline gelmiştir. Kanıksamak tehlikeli bir iştir Valideciğim. Çünkü insanın yüreği kabuk bağlamaya, derisi kalınlaşmaya başlayınca, artık insan olmaktan vazgeçmiş sayılır ve başına her türlü musibet gelebilir. Candan sevdiği posta neferi şehit olan Üsküplü İskender’in mavi gözleri dışarıya akıtamadığı yaşlarıyla kıpkırmızı olmuştu. Sımsıkı sıktığı dişleri yüzündeki ıstırap ifadesini fena cesaretleştirmiş, çenesi seğiriyordu. Bu Allah’ın sevgili kulu, cihan yakışıklısı allem-i cihan, aklın ışığına iman etmiş, vatanperver insan, gözlerimin önünde mum gibi eriyordu ve ben onu teselli etmek isterken sesim bile çıkmıyordu. Halbuki elini omzuma koyup beni teselli eden o oldu. Sonra kulağıma “ Üç yaşında bir bebesi vardı rahmetlinin” diye fısıldadı. O anda , kan kardeşim ve ahvetliğim Üslküplü’ye sarılıp hüngür hüngür ağlamak, cihandaki bütün alpleri, müsebbiblerine lanet okuyarak küfretmek için dayanılmaz bir arzuyla sarsıldım. Asabım çok bozulmuştu. Mukavetimin zayıfladığını hissediyordum. Dokunsalar bin parçaya bölünüp, tuzla buz olacaktım. Üsküplü bu durumumu gözlerimden okumuş olsa gerek. Omzuma koyduğu elleriyle beni öyle sıktı ki canım yandı. Fakat bu hareketiyle vücudundaki gücün ve imanın bir kısmı aramızda kurulmuş bir irtibat hattıymış gibi asılı duran kolundan bana doğru aktı, yorgun düşmüş kalbime ve mukavemetsiz bedenime can doldu. Son maneviyatı bozulmuş neferlerin ve zabitlerin duyacağı kadar yüksek davudi sesiyle” Ademoğlu cihanda irade gücüne sahip yegane canlıdır, Mülazım Efendi!” diye bana seslendi. Sesi o kadar kuvvetli, kararlı ve vaadkardı ki efrat dikkat kesildi. Üsküplü devam etti: “ Sadece insana mahsus olan o irade gücüdür ki, yüce Allah’ın bizlere en büyük lütfudur Mülazım Efendi, insan denen canlı bu yüzden dayanıklıdır. Çünkü arzularına kavuşabilmek için sabredebilir, dayanır, sebat eder. Türk milletinin memleketine tecavüz eden düşmanın bir tek tanesi bu toprak üzerinde kalmayıncaya ve gerekirse bu uğurda hepimiz Hasan Efendi gibi şehit olana kadar bu harp devam edecektir. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın! Bize sevinçten gözyaşı dökmek, halay çekmek ve beşeri hislerimizle ferdi hayatlarımızı yaşamak şansı ancak Türk’ün zafer işgalcileri hezimet gününde nasiptir. Bundan bir saat önce yıkılmak, ümitsiz olmak haramdır!”
Bu sözlerin asker üzerindeki tesiri fevkalade güçlü oldu. Üsküplü’nün sözleri, ninemin Yunus ilahisi kadar tesirliydi ama ninemim ki insana huzur, onunkiyse mücadele kuvveti veriyordu. Yenilginin, yoksulluğun ve ölümün ağırlığıyla ezilip dağılmış yüreklerimize ümit doldu ve beklenmedik bir şekilde toparlandık. Üsküplü İskender, lider vasfıyla doğan insanlar gibi nerede nasıl konuşması lazım geldiğini bilen ve buna muvaffak olan tesir gücü yüksek şahsiyetlerden biri. Onun etrafına yaydığı hayranlık ve güçlülük hissini, bazen sanki gözle görecek, elle tutacak kadar yakınımda hissediyor ve bundan ürküyorum. Daha önce kendimi ailem dışında hiç kimseye bu derece yakın hissetmediğimi bildiğimden olacak. Üsküplü’ye olan bağlılığım ve müfrit derece hayranlığım zaman zaman beni fevklalede şaşırtıyor. Zannımca içinde bulunduğumuz gayri tabii şartların meydana getirdiği aşırı hassasiyet vebir çeşit mübalağa hissi, onu fevkalbeşer biri gibi görmeme sebep olmaktadır. Onun sağlam ve muhteber şahsiyeti, erken yaşta öksüz kalmamım bende meydana getirdiği noksanlık duygusunu tamamlamaktadır belki de... bilmiyorum...
Muhabere alanında bir eli omuzumda askerlere yaptığı kısa ve özlü konuşmasından sonra ona minnetle baktım. Baktım ve aslında onu gördüm. O nikbin ve güçlü yüzünün arkasında ne kadar kederli ve yalnız, sert kabuğunun içinde ne kadar nazik olduğunu gördüm. Zannımca, görmeme müsaade ettiğim için görebilmiştim. Onunla böyle uluorta dertleşemeyeceğimi anladım ve kendi mıntıkama dönmek için atıma atladım. O zaman bana doğru yaklaştı; ‘’Hem biz ahiretlik değil miyiz Mülazım Ali Osman Efendi ? Bu dünyada olmazsa, öbür dünyada dertleşiriz, kardeş’’ dedi. Atımı sürmeden önce gülümsedim yüzümdeki gülümseme dondu. Vücudumda aniden tezahür eden bir ürpertiyle yola çıktım.
Ah Valideciğim ah ! zannımca bu mektubu size yollamam büyük bir hata olacaktır. Hayır, hayır, bunu yapamam. Bu mektubu saklayacağım. Bu mektubu harp sırasında gönderilmesi sakıncalı diğer mektuplarla beraber saklayacağım.

Muhterem Valideciğim,

Biraz önce son mektubunuz geldi. Güzide el yazınızı doya doya, tekrar tekrar okudum. Detayları bir edibe gibi lezzetle tasvir buyurmanızdaki letafet bana çoktan unuttuğum medeniyeti özletti. İstanbul ‘un müstesna havasını ciğerlerime doldurmak için mektubunuzu kokladım. Şimdi burada gece oldu. Hava felaket sıcak. Ortalık birkaç saattir durulmuş görünüyor. Kandil ışığında size yazmaktayım. Gökte nefis bir hilal ay var.
Bana yollamak istediğiniz fanela ve don için hiç zahmet buyurmayaydınız. Her ne kadar bütçenizin sarsılmadığını göstermek üzere ikişer adedini Karlman Pasajı ‘ından 88 kuruşa aldığınızı yazsanız da sakın ha yollamayınız. Kardeşim Salih giyer onları. Burada bulunduğumuz şartlarda benim çamaşır ve eşyaya ihtiyacım yoktur.
Bu vesileyle, Salih ‘in Kemani Ağa ’dan satın aldığımız gramofonla Viyana valsleri dinlediğini yazmana pek sevindim. O daha küçüktür. Harpten ve ümitsizlikten uzak kalmalıdır. Sizin Taaşuk-i Talat ve Fitnat romanını yeniden okuduğunuzu öğrenmek de beni sevindirdi. Halbuki ben sizi daha çok Eylül romanını pek beğenerek okurken hatırlamaktayım. Tabi birde elinizden hiç düşmeyen Mai ve Siyah... Siyah bir gecede İstanbul’dan ayrılan roman kahramanı Ahmet Demir’in hüsranını mükemmel tasvir ettiği için Halit Ziya Bey’i meth edişinizi görür gibiyim. Bunları düşününce, okuma koltuğunuzun cebinde mutlaka La Dame aux Camelias (Kamelyalı kadın) romanının bulunduğunu da hatırladım. Roman okumayı burada pek özledim . dönüşümde Şemsettin Sami Bey’in Taaşşuk-i Talat ve Fitnat romanını bende yeniden okumak isterim. Bu roman, gençlerin istemedikleri kimselerle izdivaç yapmalarını hicveden bir eser değilmiydi. Fakat benim şu sıralarda aklımda ıssız bir adada yapayalnız yaşayan Robenson var. Robenson romanını yanılmıyorsam, Şemsettin Sami Bey tercüme etmişti, yanılıyor muyum? Belki de bu romanı okuduğum seneler, ömrümün en mesut çocukluk günlerine tekabül ettiğinden burada en fazla Robenson’u düşünüyorum. Belki de onun o tenha odadaki yalnızlığıydı. Aklımı üşüten belki de medeniyeti özlemişimdir yüreğimi titreten... , Kimbilir ki kim bilebilir ki...
Allahın izniyle şehit olmaz da eve dönmezsem, sadece roman okumak değil, ayrıca sizinle Cadde-i Kebir’deki (İstiklal caddesi) Moskof sefarethanesi (Rus Büyükelçiliği) karşısındaki o müstesna sanatkar Terzi Nurettin Bey’e giderek , nefis ipekli ve yünlülerden bana şık kostümler, size tayyörler diktirmek hayallaei de kurmaktayım. Oradan çıkar ve tıpkı eski günleride ki gibi rahmetli pederimin, sahasında tek İslam müessesesi olarak benimsediği Selanik Bonmaşersi’ni ziyaret ederiz. Daha evvel orada görüp, beğendiğim körüklü bir fotoğraf makinesi vardı, onu almaya pek heves ederim. Tam burada, izniniz olursa Valideciğim, hayallerimi biraz daha büyütmek istiyorum. Gülümsediğinizi görüyorum. O halde buyurunuz efendim , cadde-i kebirdeki alışverişimiz bitince,” haydi!” deriz. Göksu’ya Müheyyed Hala’nın yalısına gitmek üzere önce bir atlı araba kiralar, devamında bir sandalla yeniden atlı arabayla yalıya varırız. Siz yolda nefeslenmek için kışsa sahlep, yaz ise şerbet içersiniz. Müeyyed Hala bizi muhabbetle karşılar, yedirir, içirir. Ve tabi yine bize gına getiren çocukluk hikayelerini bininci defa anlatır. Siz ve ben gizlice gülerek ama şikayet etmeden gülerek, toleransla bakışırız. Bir ara rahmetli pederimden ona yadigar kalan, seyis dürbünü ile Göksu deresinin tertemiz sularını seyrederiz. Sonra yeniden yola düşer, yazsa Beylerbeyi’ndeki yalıya, kışsa Fatih’teki konağa döneriz. Yazsa yalının sonunda Atifet Kalfa’nın pişirdiği yorgunluk kahvesini(siz şekerli, ben sade) içtikten sonra, siz keyiflenip, piyanoda çok güzel meşk ettiğiniz Dede Efendi veyahut Chopin çalarsınız. Boğaziçi’nin her Allahın günü yeniden tazelenip , her gün yeniden coşup sizin güzel rayihanızla(koku) bereketlenen evin huzurunu içime çeker, doldururum. Siz o zaman durup bana bakarsınız, ah o bakışınız, ah burada pek büyük hasretle yandığım, sevgi yüklü ana – oğul bakışma anları... ancak bir ananın evladına baktığında, gözlerini ağzına kadar dolduran tolerans , sevgi ve her fedakarlığa hazır olmanın, o emsalsiz kuvveti. Bu kuvvet öyle emsalsizdir ki, dünyanın en kuvvetli, cesur ve tecrübeli askeri bile bir ananın kuvveti ile rekabet edemez. Hayır, bir ananın ancak evladı için sakladığı, ve onun uğruna her şeyi göze alan tabiat üstü kuvvetidir ki, erkeklerin bir kadınla asla başa çıkamayacağı iki şeyden biridir.( Kadınların diğer kuvveti hakkında henüz fazla tecrübeli değilim. Ama her erkek çocuğu, bu gücü ve onun büyüklüğünü daha kendi cinsiyetini fark ettiği en küçük yaştan itibaren idrak etmiştir.)
İşte siz Valideciğim , o bakışma anında siz, burada geçen her gün derin bir hasretle, andığım o zeytin renkli o gözlerinizle bana sevgi yağdırırsınız. Ben de hangi yaşta olursa olayım, bakışlarınızdaki sevgiyi başka bir kadında asla aynı cömertlikte bulamayacağımı bilmemin aç gözlü huzursuzluğuyla size gülümsedim. Siz belki de büyüdükçe rahmetli pederime, daha da fazla benzediğini söylenen yüzümde hasret getirir. O yattıkça bana uzun ömür dileyerek dua okursunuz. Ben bilmezmiş gibi yaparım.
Ahh canınızı sıkmıyorum inşallah? Lütfen izin verirsiniz de beni , yazdıkça bu cehennemden kurtarıp, mesut eden hayallerime devam edeyim.
Müteakiben (ardından) akşam çöker. İstanbul’un harikulade renklerle akşama duruşunu haz içinde ruhumuzun derinliklerine saklar, ruhumuzu, hazinesi altınlarla dolu miraceler misali zenginleştiririz ve kapı çalar o gelir. zabit üniforması içinde o pek sarışın, yakışıklılığı ve vakur duruşuyla, Üsküplü İskender hanemize adeta bir güneş gibi doğar. Bir harp çocuğu olmasına rağmen sizin piyanoda çalmakta olduğunuz eserin , Chopin tarafından bestelendiğini bilecek kadar kendisini yetiştirmiş, musikiden anlayan bir insandır. Salih’e bir Fransızca roman getirmiştir; muhtemelen bir Hugo. Size Gala Peter veyahut Nestle sütlü çikolata bonbonlarından sunacak, Atifet Kalfa’ya bir lavanta losyonu, bana da Kibar Ali markalı cigara kağıdı hediye edecektir. Yemekten evvel , rahmetli pederimin sizi yıllarca mide , sinir ve bütün organlara fevkalade güç veren bir likör diye aldatarak içirdiği Perfeksiyon Viskisi’nden ikram ettiğini söyleyecektir. Salih gazlı limonata içerken , ben Olymo,pos birası, siz ve Atifet Kalfa, ev yapımı ahududu likörü yudumlayacaksınız.
Artık vatan büsbütün bağımsız ve hür olduğundan, hepimiz milletimiz ve memleketimiz için maarif(eğitim) ve iktisat sahalarında yapılması zaruri reformlar üzerine derin bir sohbete dalacağız. Çünkü pek meşakkatli ve kanlı bir tecrübeden , elbette Çanakkale’nin de dahil olduğu Zafer-i Nihayi’den sonra artık Türk Milletinin ancak ilim, irfan ve fen yolunda başka yolda ilerleyemeyeceği anlaşılmıştır.
Değerli Valideciğim, bu güzel hayallerimi sanki kıymetli varlığınız karşımdaymış gibi mutlulukla kağıda dökerken, dışarıda bombalar patlamaya başlamış bulunmaktadır. Yeniden bir fasıla vermeden , günlerdir devam eden bu uzun ve çileli mektuba son verir, mukaddes ellerinizden öperim. Canım , hayali daima yanımda dolaşarak beni koruyan, kokusu burnumda tüten , çok sevgili anacağım benim. Salih’i de kucaklıyorum.

Sizi ebediyyen seven


Oğlunuz
Mülazım Ali Osman
Çanakkale Cephesi
Hamiş(ek): Bu mektubu size yollamakta mütereddit(kararsız) olsam da hemen elinize geçecekmiş gibi katlayıp, kalbimin üzerinde taşıyacağım.




SERDEM isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 20.07.08, 13:20   #5 (permalink)
Kullanıcı Profili
S.Moderators
 
SERDEM - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Kullanıcı Bilgileri
Üyelik tarihi: Mar 2008
Mesajlar: 7.687
Konular: 6910
Puan Grafiği
Rep Puanı:11076
Rep Gücü:20
RD:SERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond reputeSERDEM has a reputation beyond repute
Teşekkür

Ettiği Teşekkür: 47
464 Mesajına 935 Kere Teşekkür Edlidi
:
Standart Mektup Türleri ve Örnekler

YAŞAMAYI ERTELEMEYİN


Sevgili kızlarım,
Sizlerle birlikte yaşadığımız güzel günlerin çok önemli bir bölümü, sizin açınızdan yarış atı gibi bir üst eğitim basamağının yarışma sınavlarına hazırlanmakla geçti.
En sonunda üniversiteye giriş sınavlarını da başararak istediğiniz alanlarda eğitim olanağına kavuştunuz ama bu yarış yine bitmedi.
Çünkü ikiniz de, esas niteliği ebedi öğrencilik olan öğrenim üyeliği yapmak istiyordunuz.
Bu kez de yurt dışında doktora yapmak için gerekli dil ve bilim sınavlarına hazırlanmakla geçti zamanınız.
Sonunda onları da başardınız ve yuvadan uçup gittiniz.
Şimdi geriye doğru baktığımda, birlikte geçirdiğimiz yılların ne kadarında yaşadığınızı düşünüyorum da üzülüyorum.
Evet, birlikte sinemalara, tiyatrolara, resim sergilerine, konserlere gittik.
Evet, birlikte piknikler yaptık, doğayla ve sevdiğimiz dostlarla kucaklaştık.
Ama bütün bu etkinlikleri yaparken, hep önünüzde sizi bekleyen sınavlar bir karabasan gibi günümüzü karartıyordu.
Bir yandan gelecek yaygısı ve iyi bir eğitim yaparak, hayattaki başarı şansınızıyakalama isteği, öte yandan insanın öte yandan insanın bir kez yaşayabileceği ömrün iyi, güzel ve anlamlı bir biçimde değerlendirmek hedefi, günlük yaşamın birbiriyle çelişen iki amacı olarak sürekli bir biçimde hepimizi zorluyordu:
Daha iyi ve daha arzulanır bir gelecek için sürekli çalışmak ve hazırlanmak ile, gününüzün zevkli ve keyif veren etkinliklerle geçirmek arasındaki çelişkiyi, sizi sürekli zorlayan bir ikilem olarak, yaşamınıza engel oldu.
Sizi inanılmaz bir denge içinde hem kendi günlük yaşamınızı sürdürdüğünüz hemde geleceğe yatırım yapmak adına sürekli çalıştınız.
Anneniz ve ben size hiçbir zaman, ‘’Hadi biraz ders çalışın’’ demedik.
Tam tersine sürekli olarak, ‘’Çok çalıştınız, artık biraz dinlenin ve eğlenin,’’ dedik.
Şimdi aynı çılgınca tempoyu yurt dışındaki eğitim döneminde de sürdürdüğünüz şu sıralarda bu mektubu size, yine aynı duygularla, ‘’Sadece çalışmakla yetinmeyin, birazda yaşamaya bakın,’’ demek için yazıyorum.
Zaten artık doktora çalışmalarınızın sonuna da yaklaşmış bulunuyorsunuz.
Bir süre sonra oradaki eğitiminizde bitecek, bu kez de orada kalmak ile yurda dönmek arasında tercihinizi yaparak, yeni sorunlarla karşı karşıya kalacak ve iş peşinde koşmaya başlayacaksınız.
Şu anda anlayabildiğim kadarıyla, ikinizde yepyeni yetenekler ve bilgilerle donatılmış birer genç olarak yurda dönmek ve yaşamınızın geri kalanını Türkiye ‘ye sizi yetiştiren ülkeye katkıda bulunarak geçirmek kararındasınız.
Hemen, bu kararınıza büyük bir saygı duyduğumu ve size kavuşacağımız için çok sevinçli olduğumu da belirtmeliyim.
Ama bugüne kadar sürekli olarak geleceğe yatırım yaparak geçirdiğiniz yaşam sürenizde, artık çalışmanın yanında yaşamaya daha fazla zaman ayırmanız gerektiğini düşünüyorum.
Bu mektubu da onun için yazıyorum.
Sevgili kızlarım, çalışkan çocuklarım benim,
Yaşam,doğrudan doğruya zamana bağlıdır.
Durdurulamayan, yavaşlatılamaya, istesek de istemesek de aynı hızla akıp giden ve ömrümüzü tüketen zamana.
Bildiğiniz gibi ne denli uzun yaşarsak yaşayalım, sonunda hepimiz ölümlüyüz.
Bu nedenle elimizdeki en sınırlı kaynak, akışını durduramadığımız zamandır.
Dolayısıyla, bir insanın kendi yaşamı bakımından yapabileceği en iyi şey ‘’zamanını iyi değerlendirmektir’’
Zamanını iyi değerlendirmek ise esas olarak, iyi yaşamak kavramına bağlıdır.
İyi yaşamak ise belki her insana göre değişen istediğini yaparak yaşamak anlamına gelir, yoksa sadece zengin olmak, para sarf etmek değildir iyi yaşamak.
Örneğin ben ancak okuduğum, yazdığım, sanat ve kültür olaylarını izleyebildiğim zaman iyi yaşadığımı düşünüyorum.
Ama yaşam acımasız:
Keyfinizce yaşayabilmemiz, yani iyi yaşayabilmemiz için önce, yaşamımızı güvence altına almamız, yani para kazanmamız gerekli.
Hatta bundan da önce para kazanacak bir iş sahibi olabilmek için, genellikle okula gitmemiz, bir eğitim görmemiz ve diploma almamız gerekiyor.
Bu ise, çok uzun bir hazırlık ve çalışma süreci gerektiriyor.
Daha sonra, yani bir iş sahibi olduktan sonra da, yine günlük yaşam sorunları, istediklerimizi yapmamıza engel oluyor.
Ben bu açıdan çok şanslıyım çünkü üniversite hocalığı zaten okumaya ve yazmaya dayalı olduğu için, bütün ömrümce iyi yaşadım.
Yani benim hayatımı kazanmam için yaptığım işler ile aynıydı.
Bu nedenle kendimi dünyanın en şanslı insanlarından biri olarak sayıyorum.
Ama çok insan, benim kadar şanslı değil.
Pek çok kişi para kazanmak için sevmediği işleri yapmak ve iyi yaşamayı sadece kalan zamanına sığdırmak zorunda kalıyor.
Pek çok insan da , bütün ömrünü yaşam kavgası dediğimiz para kazanmak uğraşıyla tüketip bitiriyor ve istediklerini yapamadan yani bu yaşamdan hiçbir zevk ve keyif alamadan, göçüp gidiyor.
İşte size bugün, yaşama hazırlanma ve yaşam kavgası dönemlerine ilişkin, yaşamınızı ertelemeyin başlığı altında anlatmaya çalışacağım düşünceler, iyi yaşama yani istediklerinizi yaparak yaşama hedefine ilişkin bazı gözlemler.

Sevgili çocuklarım,
Gözlemlerimize önce yaşama hazırlık döneminden başlayalım.
Anne-babalar ve öğretmenler olarak biz büyüklerin sizlere yönelik olarak, yaptığımız çok büyük bir yanlış var:
Bilerek, yada bilmeyerek, size verdiği öğütler, sürekli olarak yaşamayı ertelemenize neden oluyor.
Önce günlük yaşama ilişkin öğütler:
Hadi yap bakalım, önce ödevlerini yap, derslerini bitir, şimdi zamanı değil, eve geç kalma, sinemaya gideceğine derslerine çalış, roman okuyacağına ödevlerini yap gibi, belki de bizlerin farkına varmadan, sizin hoşlanacağınız, zevkle yapacağınızı, dinleneceğiniz ve kendinizi geliştireceğiniz pek çok oyunu, ya da eğlenceyi ertelemenize yol açan, sınırlama ve kısıtlamalar.
Sonra, yaşamayı, daha uzun zaman dilimlerine bağlı olarak erteleten öğütler, sınırlamalar ve kısıtlamalar:
O işi tatilde düşünürüz, hele ir sınavlar bitsin de, o zaman... büyüyünce yaparsın, kendi paranı kazandığında yaparsın, gibi.
Böylece sanki çocukların ve gençlerin yaşamaya hakları yokmuş gibi, sadece ödevlerden ve görevlerden örülmüş bir davranış kalıbını öneriyoruz çocuklara ve gençlere.
Bu tutum ve davranışımızın altında genellikle yatan niyet aslın da çok iyi:
Çocuklarımız ve gençlerimiz yaşama iyi hazırlansınlar, hayatta başarılı olsunlar istiyoruz.
Bu nedenle de sürekli olarak onlara, ileriye dönük yatırım yapmalarını, yani çalışmalarını ve kendilerini yetiştirmelerini öneriyoruz.
Hiç kuşkusuz, çocuklarımızın gençlerimizin iyiliğine yönelik bu tutum ve davranışlarımız bir ölçüde haklı da.
Çünkü insan kendini geleceğe iyi hazırlamadan, hayatta başarılı olamaz.
Ne yazık ki bugün toplumumuz da herkes, çok çalışmış başarılı kişilerin gelir ve toplumsal sağlık düzeyine hemen erişmek istiyor, ama onların bu noktaya gelmek için ödedikleri bedeli ödemek, yani çalışma ve hazırlık aşamalarının acılı ve sıkıntılı dönemlerini geçirmek istemiyor.
Neyse, benim bu mektupta vurgulamak istediğim nokta, başarının, çok çalışma ile elde edilebilen bir armağan olduğu değil.
Benim bu mektupta vurgulamak istediğim nokta, başarıya hazırlanırken sürekli olarak yaşamı ertelemeye yönlendirilmiş olmamız.
Tabi çalışacağız.
Tabi geleceğe en iyi biçimde hazırlanacağız.
Ama bunu yaparken, yaşamayı unutmayacağız.
Bir kez daha soralım: Nedir yaşamak ?
En kısa tanımıyla, yaşamak, hayattan zevk almaktır.
Bu, kimi zaman bir çiçeğin kokusu, kimi zaman bir müzik parçasının ruhumuzu okşayan melodisi, bazen de sevdiğimiz bir insanın gülümseyişi gibi doğanın ve insanın güzelliklerine katılmak, yada en azından onlara tanık olmaktır.
Veya, yüzmek, dans etmek, film seyretmek, okumak, uyumak, yemek yemek, sevişmek gibi, bize zevk veren davranışları yapmaktır.
İşte benim bu mektupta size aktarmak istediğim düşünce, yaşama hazırlanırken de, yaşam kavgası sırasında da , görevlerimizi, ödevlerimizi yaparken, bu güzellikleri yaşamayı ertelemememizdir.
Bunu sadece hayattan zevk alasınız diye söylemiyorum:
Hayattan zevk alan yani iyi yaşayan insan, aynı zamanda ruhsal açıdan doyuma ulaşmış olduğu için iyi insan olur:
Çünkü kendisi mutlu olduğu için, çevresindekilere de mutluluk aşılar.
Buna karşılık, arzuları sürekli ertelenen, ruhsal doyuma ulaşamamış mutsuz kişi, yaşamı sadece sıkıcı, hatta acılı bir uğraş olarak gören insan, çevresine karşı olumsuz duygularla yüklenir ve kötü insan olur.
Çünkü kendisi mutsuz olan insan başkalarına da mutsuzluk aşılar.
Aslında çocuklara ve gençlere sürekli olarak yaşamı ertelemeyi öğreten büyüklerin çoğu, kendileri de yaşamış ve bilinç altlarına mutsuzluğun kalın çizgileri kazılmış insanlardır.
Evet sevgili kızlarım, demek ki, yaşama hazırlık aşamasında bir yandan ödevlerimizi, görevlerimizi yerine getireceğiz, ama öte yandan, sonra yaparım demeden, yaşamdan zevk almamızı sağlayan etkinlikleri yapmaktan da zevk almazı sağlayan etkinlikleri yapmaktan da geri durmayacağız.
Şimdi gelelim, gözlerimizin ikinci dönemine yani yaşamın, hayat kazanma aşamasına.
Yetişkinler, hep aileleri, yada çocukları için yaptıkları özveriden söz ederler.
Sürekli olarak, bakmakla sorumlu oldukları kişilerin mutlulukları için çok çalıştıklarını, bütün yaşamlarını bir özveri olarak gördüklerini anlatırlar bize.
Bunun halk arasındaki klasik söylemi, saçımı sizleri için süpürge ettim deyişidir.
Aslında büyüklerin söylemek istedikleri, yetişkin olarak da yaşamlarını sürekli erteledikleri yani yaşamdan zevk alamadıklarıdır.
Esas olarak bütün toplumlarda yaşam kavgası zorlu bir mücadeledir.
Ama bizimki gibi çok hızlı değişen ve gelişen toplumlarda bu kavga daha da zor, insanı daha da baskı altına alan, adeta kişiliğini öğüten bir savaşımdır.
Ama bir insan yaşam kavgasında ne denli zorlanırsa zorlansın, iş yaşamının dışında da bir özel hayatı vardır; yoksa da olmalıdır.
Benim gibi işini seven kişileri bir yana bırakalım ve işini sevmeyen ve sadece hayatını kazanmak için buna tahammül eden insanlara bir bakalım:
İşini sevmeyen bir insan, niçin zorunlu olarak yaşamı ertelesin ki ?..
Güzel bir kitap okumak, iyi bir film yada tiyatro oyunu seyretmek, sevdiği bir şarkıyı dinlemek niçin yaşam kavgası sırasında yapılmayacak işler olsun ?
Eğlenmek, dinlenmek, yaşamdan zevk almak, ayıp değildir.
Tam tersine, yaşamdan zevk almak, yukarıda da belirttiğim gibi bizi iyi insan yaptığı için, mutlaka tadılması gereken bir duygudur.
Üstelik, yaşama sadece para yada başarı kazanmak için çalışmak olarak bakanlar için söyleyeyim:
Eğlenmek ve dinlenmek yaşamdan tat almak, iş yaşamındaki verimi ve dolayısıyla başarıyı da arttıran bir tutum ve davranıştır.
Sevgili kızlarım, değerli çocuklarım,
‘’Hayata hazırlık döneminde’’ de, ‘’yaşam kavgasının içine balıklama daldığınızda’’ da, söylediklerimi unutmayın, ’’ yaşamı ertelemeyin.’’
Unutmayın ki, zaman, yavaşlatılmayacak ve durdurulamayacak bir tempo ile gözümüzün önünde akıp gidiyor.
Ve unutmayın ki ikinci bir yaşamınız olmayacak.
Eğitim dönemini başarıyla kapayıp, yaşam kavgasının iş dönemini yurdumuzda sürdüreceğiniz, yani kavuşacağımız günleri hasretle bekliyorum.
Ama siz o günlere kadar da sakın yaşamınızı ertelemeyin.

Mutluluğu, gelecekte yada yaşamın olağanüstülüklerinde değil, günlük yaşamın olağanlıklarında aramayı öğrenmiş olan babanız.























Sevgilim,
Telefon beklerken mektubun geldi. Kaç gündür merak ediyordum.
Ankara’nın havasının seni devamlı çarpması pek hoş olmasa da gerek. Yine de sen bilirsin. Tiyatro kursunun sana ne kadar yararı olacağını bilemem.
Adalet Cimcoz’a Telefon edeceğim. Ama benim parayı sormam biraz acayip olacak. Fransızca çevirilerle Adil Gabay ’ın mektubunu da bugün postalayacağım.
Bayi Fazıl ’ın tel no: 22 17 56
Sabri Özakar ’ın Tel no: 27 23 68
Ahmet bey selamlarını söyledi. Yalan daha bitirmemiş. Dedi ki, ‘Azizi ağabey bize bir şey verirken hep çok acele diye verir. Resmi yaparsın , kitap 2-3 ay sonra çıkar. “ Ev arıyorlarmış. Taksimde bir yer bulmuşlar, memnun değil. Belki bu tarafta arayacaklar.
Sarı kart için uğraşacağım. Son gelene kadar hazır olur. Bayram için dikiş var. Ali’ye pantolon gömlek dikiyorum. Oya ’nın etek ceketi, Saliha ’nın dar yatılı kalan yardımcı kızı elbise var. Bayrama da az kaldı 500 lira için hedef yolladım. Akşam Enver telefon etti. Bu ay ki 500liranın 250 lirasını sen buradayken almışsın. 250sini de radar ’dan aldığı ( Aziz o dönemde radar reklama küçük skeçler yazıyordu Daha sonra mudi celen yazdı ) 50 lira ile beraber bize yollamış. Ama bugün yine yollayacak. Oya ’nın elbise için 60lira lazım Oya ayakkabı istiyo. Saliha da aylığından kesilmek üzere bir ayakkabı istiyor. İşte böyle.
Hulisi Bey Kemal Tahir ‘lere beyliği bir pon bize gelip Oya’yı tedavi edecek.
Ateş ’in orada söyledikleri notları. iyi.
İbrahim bey telefon etti. Senin adresini aldı.
İkimiz seni çok özledik yolunu bekliyoruz. Telefonları eksik etme. Merak ediyorum. Ali yanımda rahat vermiyor. Çok çok sevgiler canım Meral.











Havza, 1959

Sevgilim
Telefonla konuşmak çok güç. Telefonla konuşabilmek bir yere gider gitmez hemen telefon edeceğim. Oya ’nın sınıfta kaldığını, duyunca çok üzüldüm. Belki tek dersten borçlu sınıf geçer diyordum. O gece sabaha kadar uyuyamadım. Sabaha karşı biraz dalmışım, rüyamda hep Oya ’yla uğraştım, 5’te yine uyuyamadım. Bu çocuk ne olacak? Yaseminden büyük ıstırabı. Sen onun yaptıklarına bakma. Çok rica ederim, biraz daha yumuşak davran. Sizin hepinizi ayrı ayrı mesut görmedikçe ben bedbaht oluyorum. Hiçbiriniz gereğince benim iç dünyamı, deler çektiğimi bilmiyorsunuz. Oya okula gidiyor mu? Yaşım büyük diye okula gitmemezlik etmesin. Ne olursun, benim için benim tarafımdan rica et. Okula gitsin. Hiç olmazsa orta okulu bitirsin. İleride çok acı çekecek. Ben onun gelecek ıstırabını yaşayıp şimdiden bedbaht oluyorum. Bende hem sana hem çocuklarına haksızlık ettiğim için kanısı var. Kendimi hep suçlu buluyorum. Ne yapayım, bilmem ki...
Ateş okula başladı mı? Ona ayakkabı alınacak . Her ne isterse, en iyisinden, istediğinden al, Dolma kalem ve bütün okul gereçleri hemen alınsın.
Ali’mle Ahmet’im gözümde tütüyor. Hepinizi öreceğim geldi.
Çok yoruluyorum. Hem gezi hem yazı beni çok yordu. Her gittiğim yerde kitaplarımı okumuşlar. Doğrusu bu kadarını bilmiyor, ummuyordum. Şimdiye kadar birkaç ilçe ve köyleriyle Borum, Amasya, Sivas ve Tokat’ı dolaştım. Havza’dan Merzifon’a, oradan Samsun’a geçeceğim. Hepinizi Özlemle öperim. Annen Seninle geldi mi? Dönüşümde hiçbirinizi asık suratla görmemek en büyük dileğimdir. Aziz
Tarihsiz
Aziz,
Beni affet. Ne yaptığımı bilmiyorum.
Boşu boşuna yıllarını aldım. Onun için de beni affet. Çocuk Yaptım, onun için de... En çok çocukları düşünüyorum. Ama onlar sız yaşamayacağım bilirsin.
Seni “Menekşe ’m “e bırakıyorum. Anlıyorum, suçlamıyorum.
Mutlu olmanı dilerim. Meral
21/Temmuz/1959, Salı
Aziz

Bütün bunları oturup konuşmak gerekli. Ama artık değil Konuşacak, tek kelime edecek halim yok.

Amcama geleli 24 saat olmadı yazıyorum sana bunları. Bu gece sabaha kadar uyuyamadım ve düşündüm. Başka çıkar yol bulamadım. Geri dönmeyeceğim. Hiçbir zaman, hiçbir şekilde.
Kendimi kaybettim, eski Meral yok artık. Babamın evinin üzerinden başka bir ev kurmak isterdim. Olmadı. Sinir harbiden seslerden, kendimden, her şeyden bıktım. Hiç bişeyin tadı tuzu kalmadı. Böyle daha iyi olacak. Kendimi bulayım biraz.
Çocuklarıma haksızlık ettiğimi biliyorum. Tek başıma kalmadan değişeceğim, sukunet bulamayacağımı analdım.
Uzun uzun yazacak şeyler yok. Ne kendimi savunuyorum, ne de sizleri suçluyorum. Böylece herkes hem haklı, hem de haksız olabilir. Yalnızca kararımı yazıyorum.
Çocukları veremem. Benden de iyi bakamazsınız zaten. Okul çağına geldiklerinde paran olursa, yatılı okul parasını veririsin.
Annemi çağıracağım. Ev arayacağım. Sonra da az saatli bir çalışma arayacağım. Onun dışında da para getirecek bir şey yapabilirim belki
--------------Tualimforum İmzam--------------
Aksini Belirtmediğim Takdirde Yazdığım Konular ALINTIDIR



Liseler - Anadolu Liseleri - Fen Liseleri

Anaokulu - İlköğretim

Sınav Soruları ve Ders Notları
SERDEM isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Tags
mektup, ornekler, turleri, ve


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
You may not post new threads
You may not post replies
You may not post attachments
You may not edit your posts

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-KodlarıKapalı
Trackbacks are Açık
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar son Mesaj
Yunan Mitolojisinde Naiad Türleri - Naiad Türleri - Yunan Mitolojisi Naiad Türleri Tolga Genel Kültür 0 14.08.14 23:46
Rüyada Mektup Görmek - Rüyada Mektup Görmek Açıklaması ve Yorumu - Mektup Rüya Tabiri Tarot H-I-İ-J-K-L-M ile Başlayan Rüya Tabirleri 0 17.07.12 22:34
Kahve Falında Mektup Görmek Ne Demektir - Kahve Falında Mektup Anlamı ve Açıklaması Tarot Kahve Falı 0 17.01.12 01:32
Mektup blue Deli Fıkraları 0 12.08.08 04:54
Ninemden Mektup handsome3 Komik Hikayeler-Yazılar 0 04.02.08 22:10


Bütün Zaman Ayarları WEZ +3 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 22:30 .


Powered by vBulletin Version 3.8.7
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Search Engine Friendly URLs by vBSEO 3.6.0 RC 2