Tekil Mesaj gösterimi
Alt 17.03.08, 10:21   #3 (permalink)
Kullanıcı Profili
Kedi
Gamma Üye
 
Kedi - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Kullanıcı Bilgileri
Üyelik tarihi: Feb 2008
Mesajlar: 3.713
Konular: 3171
Puan Grafiği
Rep Puanı:3699
Rep Gücü:56
RD:Kedi has a reputation beyond reputeKedi has a reputation beyond reputeKedi has a reputation beyond reputeKedi has a reputation beyond reputeKedi has a reputation beyond reputeKedi has a reputation beyond reputeKedi has a reputation beyond reputeKedi has a reputation beyond reputeKedi has a reputation beyond reputeKedi has a reputation beyond reputeKedi has a reputation beyond repute
Teşekkür

Ettiği Teşekkür: 45
128 Mesajına 262 Kere Teşekkür Edlidi
:
Smile

2) Keşifler Avrupa’sı

15.y.y. ortalarından 16.y.y. sonlarına değin Osmanlı imparatorluğunun en güçlü ve görkemli yıllarına rastlayan –bir buçuk yüzyıllık dönemde-Batı Avrupa’da Ortaçağ’ın son izleri de silinir; askeri, coğrafi, iktisadi, düşünsel, dinsel, siyasal, alanlarda büyük değişiklikler olur. Ufuk genişler ve Batı’nın Yeniçağ’ın belirgin özellikleriyle başlar.

Avrupa denizcilik sektörüne önem vermeye başlamıştı –denizcilik, zamanla bir kâr kaynağı ve iktidar alanı olduğunu göstermeye başlamıştı. Egemenlik alanlarını genişletme eğiliminde olan devletlerin tüm ticari ve politik girişimleri komşu denizler üzerinde yayılmaya yönelikti ve etki alanları zamanla okyanuslara kadar uzandı. Yüzyıllara yayılan bu sürecin temel özellikleri ve bazı kuvvet çizgileri, içerdiği kronolojik olgulardan çok daha önemlidir. Avrupa’da gemicilik alanındaki gelişmeler hep 12. Yüzyıldan yani Haçlı Seferleri’nden sonra başlamıştır. Bunun içindir ki bu gelişmeler üzerinde Doğu dünyasının büyük bir etkisi olduğunu kabul etmek gerekir. Bu ilerlemelerle 15.y.y.’dan başlayarak Avrupalıların o zamana değin tanıdığı dünyanın sınırları genişlemeye başlar.

Kronolojik açıdan ilk büyük keşif “Newfoundland”ın bulunması, Avrupa’nın gözünü artık yerlerdeki keşiflerden, Okyanus ötesine dikmiş olduğunu gösterir. Keşiflerde her zaman düş ve hırsın payı olmuştur; Avrupa denizlerdeki başarısını da buna borçludur. Ada keşfetme düşü, Avrupa’nın diğer kültürlerle bağlaştığı bir edebi tema değildir. Bu düş olağanüstü bir enerji potansiyeli taşır ve en önemli özelliği sürekliliğidir. Gezginler tarafından keşfedilen ve haritalarda gösterilen bu ada tutkusunu en çok 18.y.y.’daki bir teknik buluş yatıştırabilmiştir. Deniz kronometresinin icat edilmesi, küçük adalarının konumlarının belirlenmesini kolaylaştırmış, Atlantik’in sayısız ada ile dolu olduğu hayali de son bulmuştur. Kolomb ve John Cobat gibi denizcilerin peşine düşerek yani adalar keşfetmeyi düşleyen denizciler Avrupa’yı ekonomik ticari, kültürel alanlarda zenginleştirmişlerdir. Bu teknik buluş vasıtasıyla Müslüman dünyasıyla daha çok etkileşime geçen Avrupalılar baharat ve doğu mallarını Avrupa’ya tanıttılar. Özellikle ipek ve altın en çok aranan metalardı. Baharatın doğu Hint adalarından, ipeğin de Çin’den geldiği biliniyordu. Bunları ya Müslümanlar Güney’den deniz yolu ile ya da Türkler Asya’nın ortasından kara yolu ile Akdeniz ve Karadeniz’e getiriyorlardı. Bu baharat ve altın ülkelerine Müslümanların aracılığı olmaksızın denizden ya da karadan gidilmesi, bu malların asıl yerinden alınması büyük kazançlar sağlayacaktı. Bu keşifleri güdüleyen önemli bir iktisadi nedendi.

Matbaacılığın keşfi, Doğu ve Müslüman dünyası ile savaş ve ticaret ilişkileri, coğrafya bilgisinin Avrupa’da da yayılmasına neden olmuştu. Özellikle dünyanın yuvarlaklığına bir çok kimse inanmıştı. Dünyanın yuvarlak olduğu fikri, Hindistan’a bir çok yoldan ulaşılabileceği fikrini de uyandırıyordu. Bu dönemin bilgileri, kaşiflerin düşünceleri üzerine büyük bir etki yapıyordu.

Batılılar için önemli bir zenginlik kaynağı olan Hindistan’a başlıca dört yoldan gidilebilirdi. Bu yollar; güneydoğu, güneybatı, kuzeydoğu, kuzeybatı bu yolların hepsi denendi ve kültürel ve ticari alanda bir çok alış veriş yapıldı. Batıya ilerleyiş sayesinde Amerika kıtası bulundu. Bu alandaki keşifler hızla birbirini izledi. 16.y.y.’ın sonlarında, Amerika’nın, Asya’nın bir parçası değil, ayrı bir kıta olduğu anlaşıldı.

Coğrafi Keşifler Avrupalıya sadece ticari olanaklarını açmamış, ondan daha önemlisi başka medeniyetleri zenginleştirecek Aydınlanma Hareketinin en önemli basamaklarından birini oluşturmuştur.

3) Keşifler Sonrası Avrupa

15. ve 16.y.y.’larda çok az sayıda insan sorunları devlet çıkarları çerçevesinin ötesinde ele alınabiliyordu. Bu tip bir yaklaşım aynı anda hem geriye hem ileriye doğru bir bakış içermekteydi. “Avrupa” sözcüğü kendi başına tekilliklerin üstünde bir anlayışı ifade ediyordu. Gerçekte bu hiç de yeni değildi ve Hıristiyanlık ideali bir referans rolü oynayacak bir geçiş tarzı sunuyordu. Haçlı Seferlerine ilişkin planlar, Osmanlıların İstanbul’u ele geçirmeleriyle yeni bir dürtü kazanmış ve bir süre için Batı’nın İnebahtı’ya hatta ötesine kadar birliği açısından bağlayıcı öğe olmuştur. 1444 Varna yenilgisinden ders çıkaran Doğu Avrupa Prenslikleri özellikle Türk tehlikesine karşı duyarlıydılar; örneğin, Bohemya Kralı Georg Podicbrad, Avrupa Hıristiyanlığını işbirliğine davet etmişti. Hıristiyanlık sözcüğünün dinsel içeriği yerini “Avrupa”ya bırakacaktı.

Büyük bir kara ve deniz gezgini olan Guillaume Postel’in yazıları gerçekçilikten yoksundu, ama belirli bir etkiye de sahipti. Kitabında Postel denizciliğin ve ticaret hukukunun devletin dengesine katkıda bulunduğu bir evrensel imparatorluk tasvir etmişti; bu dengeyi desteklemek amacıyla, Postel, askeri alanda özellikle batmaz tekne inşaatında icatların yapılmasını öneriyordu. O’nun için bu dünya’da “uyumlu yaşam”, “iyi yaşam” Fransa Kralı ile elde edilebilirdi. Mitolojiye göre, denizlerde İskit ülkesinden Herkül Sütunlarına kadar yayılan Troyalılarla ilgili bir konuydu bu. Bu ideal enter nasyonalizm, böylece yayılmacı ve emperyalist eğilimlerle iç içe geçmişti. Bu eğilimler iç kesimlerinkinden daha iyi ve daha bilinçli olan deniz halkları arasında kendine uygun bir yer bulmuştu. Dahası, hukukçular Bartelomeo’da Sassoferato’nun formüle ettiği önerileri geliştirmişlerdi: Halkların hakları kuramı, yani, Grotius’a göre denizcilik ilişkilerine ayrıcalıklı bir yer veren ulusların hakları kuramı; ticaret hukuku bir devlet yasası olarak kabul edildi. Buna ek olarak 16.y.y. boyunca ticaret hukukuna kuralları ve uygulamaları açıklığa kavuşturulmaya, standartlaşmaya ve enter nasyonelleştirmeye çalışıldı. Grotius, hukuku, Tanrı iradesi karşısında bağımsız ve nesnel bir kurum olarak değerlendirmişti. Doğal hukuk yanlısı olan düşünür, hukuku insan doğasının bir ürünü olarak görmüştür. Laik doğal hukuk anlayışının kurucusu olan filozof doğal hukuğun insan doğasından çıksa bile, aynı zamanda belli bir uygunluk düzeyine erişen uluslar tarafından kabul edilmiş kurallar olarak ele almıştır.

Avrupalılar için deniz her zaman ele geçirilmek istenen kıskançlıkla korunan veya gıpta edilen bir öğe olarak kalmıştır. Dolayısıyla Coğrafi Keşifler de bu doğrultuda yoğunlaşmış ve önemi zaman içerisinde daha da fazla artmıştı. Avrupalıların yeni yerler keşfetme arzusu onu yeni zenginliklere ulaştırdığı gibi yeni medeniyetlerle de tanıştırmıştır. Böylece Avrupa Coğrafi Keşifler sayesinde kendi kabuğundan çıkmış, dünyaya açılmıştır. Tanıdığı yeni medeniyetler ona yalnızca maddi anlamda bir zenginlik sunmamış, bilimini tekniğini, düşünsel dünyasını da tanımıştır. Avrupa değişik medeniyetlerin ürünlerinden bir sentez yaparak, güçlü bir atılım yapmasını bilmiştir. Elindeki fırsatı kaçırmak istemeyen Avrupa Devletleri, teknik açıdan kendini geliştirmek zorunda hissetti ve gemi yapımında büyük başarılar sağladı. Aydınlıklar çağının Avrupa’sı bu konumunu coğrafi keşiflerle birlikte tanıdığı medeniyetlerin tekniğinden düşünsel dünyasına kadar, uzanan kültür ürünlerine borçludur diyebiliriz.

4) Kapitalizmin Gelişmesi

Kapitalizm gelişirken kaba sömürgeciliğe başvurmuştur. Avrupa sömürgelerinden elde ettiği zenginlikleri ana karaya denizler aracılığıyla taşıyordu. Sömürgecilikte başı çekenler keşiflere ilk önce çıkmış olan Portekizliler ve İspanyollardır. Daha sonra İngilizler, Fransızlar ve Hollandalılar da bu kervana katılır. Bu deniz aşırı sömürgecilik kara ticaretinin azalmasını ve deniz ticaretinin artmasını beraberinde getirmiştir. Yeni ticaret yolları ile ticareti yapılan metalarında niteliği değişir; Amerika tütün, kakao, vanilya; Asya İran halılarını ve atlarını; Hindistan ceviz, biber, tarçın ve afyonla kumaşlarını; Sonda adaları, Hindistan cevizi ve karanfillerini, kâfur ve kıymetli ağaçlarını; Çin, ipeğini ve porseleni sağlamaya başladı.

Keşfedilen yeni dünyada madenlerde çalışacak ve toprağı işleyecek yeterli el emeği yoktu –yerliler ilk günden vahşice yok edilmeye başlanmıştı. Yerlilerin yerine Afrika’dan siyahlar getirilmeye başlanmasıyla insan ticareti başladı. Sömürgeciliğin kuruluşundan ve ticaret biçiminin değiştirilmesinden, iktisadi düşüncelerde etkilendi; çalışma, Ortaçağ’da, Tanrı’nın buyruğu bir görev herkesin bağlı olacağı bir kural gibi kabul ediliyordu. Örf ve teamül ile lonca örgütü, patronla ücretli işçinin, satanla, satın alanın karşılıklı ve birbirine zıt çıkarlarını dengeliyordu. Emeğin, haklı ve ılımlı bir fiyatı olması gerekeceği düşünülüyordu. Hiç kimsenin yüksek kazançlar elde etme hakkı yoktu. Oysa 15.y.y.’ın sonlarından başlayarak bu “sınırlı kazanç” kuralı bırakılır. Ticaret alanı ve kazanç sınırı genişler böylece, ticaret maddesi ve konusu sayılmayacak hiçbir şey kalmamış artık.

Bir çok kentte bankalar açılmaya –bu sayede keşiflerle uğraşanlar ve sömürgeciler sermaye kaynakları buluyorlardı- ve ticari malların güvenlik altına alınması için çek ve poliçe kullanılmaya başlandı. Avrupa, Amerika’dan önemli miktarda değerli maden getirmişti bununla birlikte burjuvazi güçlendi. Deniz ve sömürge ticaretinin yanı sıra iç ticaret de hayli gelişmişti; uluslar arası fuarlar kuruluyordu. Kapitalist düzenin gelişimi iyiye gidiyordu; Kapitalizm ilk önce İngiltere’de gelişti. İngiltere’de ileri derecede sanayi bölgeleri belirmişti. Örneğin Belçika’da Verviers Bölgesi, İsviçre’nin bazı kantonları, Silezya’da kanton sanayi bölgesi.

Avrupa’da bazı kentleri bir üniversitenin ya da bir yüksek okulun merkeziydi. Böylece Ruhban sınıfının yanı sıra ilahiyatçılar, hukukçular ve birkaç hâkimden oluşan öğretmenler sınıfı ortaya çıkmıştı. Avukatlar ve eczacılar daha büyük kentlerin akademik karakterini tamamlıyordu. Burjuvalar iyi bir öğrenim sayesinde belirli bir kültüre sahipti. Çok kitap okunuyordu; dinsel doğa açıklamaları, ahlâk öğretisi ve de tüm dünyadan ilginç olaylar üzerine kitaplar tercih ediliyordu. Siyasal görüşler aynı zamanda tarihe duyulan ilginin de nedeni oluyordu. Burjuvazi kendini düşünsel anlamda da geliştiriyor, ufkunu genişletiyordu. Çıkarlarının mevcut düzenle uyuşmaması sonucu Rönesans’ı başlatacak, Aydınlanma’nın basamaklarından birini oluşturacaktı.

Lonca başkanları çoğu kez hâlâ yönetimde bulunuyordu; Fakat asıl iktidar genellikle soylulara özgü bir yaşam süren ve çoğunlukla küçük çiftlikleri olan toprak sahibi kent ileri gelenlerine ya da ekonomik yönden oluşturdukları kilit mevkileriyle ticaret adamlarına ait oligarşinin elindeydi. Kent tarihi içsel hareketlerle, loncaların tepkileriyle, tüccarlara karşı zanaatkârlarla ve belediye meclisinde görev yapan kent ileri gelenlerine karşı tüccarlarla doludur. Bütün yüzyıl boyunca bu savaş, en sert biçimde, sanayileşmiş kentin büyük girişimcilerin kent yönetiminde bulunan eski ailelere başkaldırdığı ve işçilerin de savaşa katıldığı Cenevre Cumhuriyetinde yapılmıştır. Kent ileri gelenleri bazı başarılardan sonra 1782 Fransa Savora ve Bern monarşi ve aristokrasinin birleşik silahlı bir mücadelesiyle yeniden haklarını kazanmıştır. Felemenk gibi Cenevre’de Paris Devrimi’nin provasıdır ama karşı devrimin zaferiyle sonuçlanmıştır.

Avrupalı tüccarlar giderek daha yoğun bir şekilde deniz aşırı bölgelere gidiyorlardı. Avrupa’da 17.y.y.’ın deniz yolu sistemi ve daha uygun taşıma olanakları için kentlerinde yapılan örgü ve dokuma ürünlerinin taşraya taşınmasında sanayileşme yavaş yavaş fabrikalaşmaya başlamıştı. Söz konusu olan ilk tekstil fabrikasyonu idi; bununla birlikte eski saat sanayi üzerinden makine üretimi, giderek daha fazla önem kazanıyordu. Buhar gücü keşfedilmiş ve 18. Yüzyıl sonlarına doğru fabrikasyon için teknik olarak kullanılabilir duruma gelmişti. Orta derecedeki ticaretiyle önem taşıyan imparatorluk kenti Lindau’u örnek verebiliriz. Lindau her şeyden önce ticaretle uğraşan ancak ketende üretimi ticaretle birleştiren bir kent örneğidir. Zanaat ve ticaret, birçok kentte girişime dönüşmektedir. Hammadde alımı bir işletme için taşrada, evde yapılan işin işlenmesi yapılan işin kentte işlenerek değerli hale sokulması, yurt dışına satış gibi.

Ticari işletmenin merkezi hâlâ tüccarların depolarının, bürosunun ve evinin aynı çatı altında bulunduğu kentteki eviydi. Çoğu kez eşi tarafından desteklenen bir tüccar, bütün işi az bir personelle yürütmekte ve gözetim altında tutmaktaydı. Buna ek olarak bir de –bu özellikle cumhuriyetler için geçerlidir- kent siyasetine bağlanım söz konusu idi. Cumhuriyet karşı duyulan sorumluluğun ve ticari ilginin bu ayrılması zor karışımı, zamanın az ya da çok bir kısmını kente ayırmayı anlaşılır kılmaktaydı. Tüccarlar her yerde giderek daha da zenginleşiyordu. Zenginlikleri küçük burjuva kentlerinin ölçülerini zorluyordu. Dar sokaklardaki eski ticarethaneler artık yetmemekteydi. Gerektiğinde layık olduğu şekilde temsil edilebilecek daha güzel ticarethaneler kurmak isteniyordu. Tıpkı soylular gibi tüccarlar da, özgür ve toplumsal olarak daha seçkin bir şekilde hareket edebilecekleri taşrada ev sahibi olmak istiyorlardı. Tüccarlar Cumhuriyet koşullarında iktidarı ele geçirmiş ve loncalara girmişlerdi. Nüfuslu ve saygındılar. Ancak soyluların gözünde sonradan görme “türedi” olarak kalmışlardı. Tüccarların ince ve soylu uğraşlar için, av, kumar ve kadınlar için zamanı yoktu. Çok yoğun çalışıyorlardı.

Monarşiler, vaktiyle yüksek devlet makamlarını soyluların arasına yerleştirebilmiş, ancak tüccarları bu konuya sadece küçük ölçüde dahil edebilmişti. Eski kent ileri gelenlerine ve eski taşra soylularına karşı verilen savaş Cenevre ve Felemenk’te başarısızlıkla sonuçlanmıştı; Fransız devriminden başlayarak ticaretle ilgilenen sanayiciler tabakası –büyük burjuvazi olarak- krallıkla birlikte ya da onsuz, tüm dünyada zafer olayına çıkacaktı.

Tüccarlar ve zanaatkârlar kenti şimdiki durumuna getirmişlerdi. Ancak loncaların kente egemen olduğu ve ilerici ögeyi oluşturduğu zamanlar geride kalmıştı. Tüccarlar özellikle Cumhuriyetlerde hâlâ işler durumdaydı. Ancak, çoğu kez sadece zanaatkârların eski imtiyazlarının ürkekçe korunmasını amaçlayan lonca üyelerinin ve merkezlerinin toplumsal buluşma yerleri olarak, taşraya karşı kentlerin konumu korunmaya ve köylerde bağımsız zanatların gelişmesi engellenmeye çalışılıyordu; öte yandan zanaat işlerini fabrikaya dönüştürme tehdidinde, girişimcilerin yükselmesi büyük bir kıskançlıkla izlenmekteydi. Tüccarlar sonunda kent yönetimlerindeki loncalara sızmış ve nüfus kazanmışlardı. Zanaatkârlar kendi küçük işletmesini de kapsayan evinde oturmaktaydı. Ustanın emri altında birkaç kalfa bulunuyordu. Vasıfsız işçi başvurusu yasal olarak sınırlandığı için, işletmeyi genişletmek olanaksızdı. Büyük girişimlerin gelişimi, büyük tüccarların yaptığı gibi sadece hizmetin taşraya taşınmasıyla mümkün oluyordu. XIX.y.y.’da lonca düzeninin fes edilmesinden sonra –örneğin- bir demirci dükkanından metal fabrikası oluşturabilmişti.

Burjuvazi her şeyden önce imtiyazlı soyluların yanında yer isteyerek hak iddia etti. Monarşilerde özgürlüğe kavuşmuştu. Sadece akademisyenlerle birlikte daha eğitimli değil aynı zamanda tüccarlarla birlikti; bir çok soyludan daha varlıklı olmuştu. Ekonomik ve düşünsel özgürlükle devlet içinde yönetime katılma hakkı elde etmeye çalışıyordu ve bu engeller de çoğunlukla çok yüksekti. Burjuvazi soyluluğa yükselmekten, ileri gelenler arasına girmek istemekten vazgeçmişti. Burjuva olarak kalmak istiyor, burjuva olmaktan gurur duyuyordu. Ancak burjuvazi daha fazla hak ve özgürlük istiyordu. Mevcut olan siyasal düzen onun daha fazla hak ve özgürlük almasını engelliyordu. Burjuvazinin çıkarları tüccarlarla uyuşuyordu. Düşünsel, kültürel alanda ise akademisyenlerin çok şey öğrenmiş ve onlarla birlikte hareket edebilirdi.

Mevcut olan toplumsal sistem toplumun diğer kesimlerini de rahatsız etmeye başlamış, yetmemeye başlamıştı. Ancak soylular aristokrat kesim ve ruhban sınıf mevcut sistemi korumak için ellerinden geleni yaptılar. Fakat Reform ve Rönesans hareketlerinin başlamasına engel olamadılar. Toplumun Reform’a ve Rönesans’a ihtiyacı vardı. Fakat Rönesans hareketinin başını çeken kesim burjuvazi olmuştu.

Aydınlanmanın basamaklarından biri de Rönesans burjuvazisinin toplumun diğer kesimlerini de arkasına alarak mevcut siyasal yapıya bir karşı çıkıştır. Bunda başarılı da olunmuştur. Toplum siyasal ve düşünsel anlamda yeni bir döneme girmiş, bilimin, tekniğin, sanatın gelişiminin önü açılmıştır.

Kiliseler ve Ruhban Sınıfı

Filozofların korkunç düşmanları vardı; başta can düşmanları olan Hıristiyanlık geliyordu. Ona yönelttikleri eleştiri, aklı alabildiğine zorluyordu. Filozoflar Hıristiyanlığı, doğaya karşı olmakla, yoksulluğu, özveriyi, acıyı, alçakgönüllülüğü, boyun eğmeyi öğütlemekle suçluyorlardı. Hıristiyan, çocuğunun ölümüne ebedi mutluluğu kazandığı için seviniyordu; ayinde geri kalmamak için hemcinsini ölüme terk edip gidiyordu.
Hıristiyanlığı topluma zararlı olmakla suçluyorlardı. Manastırlar, miskin yatağı olmuşlardı ve böylece devleti, yığınla tarımcı, zanaatçı ve tacirden yoksun kılıyorlardı. Kilise adamlarının bekar kalmaları zorunluluğu, insanların çoğalmasını engelliyordu; bu da nice üretici, tüketici ve askerin toplumdan eksilişi demekti. Papa’ya para göndermek yüzünden ulus yoksullaşıyordu. Din adamları, uçsuz bucaksız mülklerinin sahibi oldukları halde, vergiden bağışıktılar ve devlet de gelirinden oluyordu. Dinsel düşünceler yurttaşları bölüyordu. Kilisenin tarihi, bitip-tükenmez karışıklıklar ve savaşlar tarihinden başka bir şey değildi. Kilise, yurttaşlara, direnme ve disiplinsizlik düşüncesi aşılıyordu; Yurttaşlar, insanlardan önce Tanrıya itaat etmeliydiler; hükümetin emirlerini yerine getirmekten çok, Tanrının emirlerine uymalıydılar. Yurttaşlar, bütünüyle devlete ait değillerdi; ölüm anını ebedi mutluluk anı olarak düşünen insanlara karşı ne yapılabilirdi?
Bu ve buna benzer sonuçlar şunu koyuyordu ortaya: Kilise adamları, hepsi sahtekâr ve ikiyüzlü idiler. Aradıkları tek şey, kendi kişisel çıkarları, zenginlik ve hükmetme idi. Hesaplarını insanların bilgisizliği, korkusu, zayıflığı üstüne kuruyor, onları masallarla aldatıyor, onların sırtından yaşıyor ve onlarla alay ediyorlardı.

Kiliseye karşı savaşı Voltaire yönetiyordu. “Alçağı ezelim!” diye haykırıyordu. Aslında bütün yaşamında böyle düşünmüştü ne var ki, 1760 yılından başlayarak, bu onda bir saplantıdır ve onu hiçbir şey durduramıyordu. Oturduğu Ferney’den baştan aşağıya alayla dolu eleştiriler yollayıp duruyordu; ve alaydan çok, aklın hünerlerinden hoşlananlar için bunlar yazılmış şeylerdi. Sonunda inançsızlık her yana yayılır. İşportacılar soylulara, burjuvalara ve din adamlarına, dine karşı yazılmış eserleri taşır dururlar. Kahvelerde, halka açık bahçelerde, casuslar da, Kiliseye ve dine karşı ne söyleniyor, ne ediliyor kulak verip dinlerler; karşı çıkanlar arasında rahipler bile vardır. Kilise ister istemez zayıfladı. Devletin işe karışması, devrin düşüncesinin kendi içine sızması, iç bölünmeler yüzünden direnci en aza inmişti. Her yanda krallar, prensler, soylular, yıldan yıla, başpiskoposların, piskoposların, başlıca rahiplerin seçimini ele geçirmişlerdi. Bu görevleri çoğu kez soylu ailelerin yaşça en küçüklerine ya da saraydaki gözdelere veriyorlardı ve bunu yaparken de, yeteneğe ve liyakate pek de aldırış etmiyorlardı. Böylece, yığınla yüksek rütbeli papaz, büyük senyörler gibi yaşam sürüyor, şölenler veriyor, ava gidiyor, entrika çeviriyor, diplomatlık ediyor; tarımla fabrikayla, yol ve köprülerle uğraşıyor; bunları yaparken, asıl görevlerini de savsaklıyorlardı, yani ilahi kelamı yaymayı bir yana bırakıyor rahip yetiştirmeyi umursamıyorlardı. Çoğu kez soylu sınıfından olmayan sıradan rahipler ise, üzerlerine önemli görevler aldıkları halde, devede kulak bir ücretle yaşıyorlardı; pek çok halde küskün ve cesaretleri kırılmış durumdaydılar; din üstüne bilgileri de öyle ahım şahım değildi. Din adamlarının kaleminden çıkmış incelemelerin de düzeyi düşmüştü. Öte yandan, yığınla Kilise erbabı, yeni düşüncelere kaptırmışlardı kendilerini; az çok açıkça yaradancı, kimi zaman da tanrı tanımaz idiler. Onların dışında kalanların da inancı gevşedi; vaaz edenler, kendilerinden emin oldukları, ayrıca da pek inanmadıkları için, doğmalardan söz etmez olmuşlardı. Devlet hemen her yanda, Kiliseyi, ilke olarak savunuyordu. Engizisyon İspanya’da, Portekiz’de iş başındaydı; ateşte yakmalar sürüyordu. Her yerde sansür vardı; piskoposlardan ve rahip meclislerinden gelen mahkumiyet kararları bir tehlikeydi ve hükümetçe alınan önlemler her zaman söz konusuydu.

Mahkumiyetler vardı, zulümler, kapı dışarı etmeler vardı. Ne var ki, krallar, Kilise’de işlerine yarayabilecek olanı seviyorlardı. Kendileri olsun, gözdeleri, metresleri, bakanları olsun hepsi yani düşüncelerin arkasından gidiyorlardı. Kilise önce, düşünsel güçlere takılıp kalmayan; Tanrı aşkı diye hemcinslerine duydukları o derin aşkla, donanmış olarak, kendilerini sessiz sedasız hastalara, yaşlılara, yoksullara, çocuklara adayan büyük rahip ve rahibeler kitlesi sayesinde varlığını sürdürdü. Sonra, eskiden olduğu gibi, kardeşlerini kurtarmak için gidip yaşamlarını feda eden misyonerler vardı. Öte yandan gürültü, patırtı etmeden dinlerini yaşamaya gayret eden ve her geçen gün, daha özü-sözü bir, daha bilinçli, daha namusa daha bağlı, daha sevdalı olan o binlerce dindar insan sayesinde Kilisenin varlığı sürdü.

Yığınla dini-bütün vardır ki, Descartes’in ve Locke’un hayranıdırlar; bu kimseler, bilimin gerçekleriyle Hıristiyanlığın gerçeklerini uzlaştıran “aydın” Hıristiyanlardır. Haklarda eşitlik mi? Sosyal yararlılık mı? İsa’nın öğretisi budur. Tanrının oğlu, İsa’nın kardeşleri olan insanlar da, doğadan gelen bir eşitlik vardır; onların görevleri birbirine eşit değildir, yoksa kendileri hep eşit kalırlar. Bu insanların hükümdarları, yalnız devletin iyiliğini göz önünde tutmak ve her şeyde ilahi kanunu izlemekle yükümlüdürler. Bu ilahi kanun, kötülüğü yasaklar, herkesin hatta düşmanların iyiliğine çalışmayı emreder ve bizim için ne yapmalarını istiyorsak başkalarına da onu yapmaya buyurur. Sosyal acılar için tek ilaç insanların birbirine karşı duydukları ateşli aşktır, tanrısal sevgidir. Sanayileşen Anglo Sakson ülkelerde Hıristiyanlar, işçilere iç yaşama sevincini ve tevekkülü vaaz edeceklerdir; patronlara da Hıristiyan kardeşliğini, içlerinden insanlık tutkunu bir hareket de doğacaktır. Harekatı yönlendiren Sharp ve Wilberforce, işçi sorununa çözüm getirilmesini isterken, Afrikalı ticaretiyle köleliğin kaldırılmasını da savunacaklardır.

Eğitim Ve Aydınlanan Halk

Aydınlanmanın temeli insan aklına karşı sınırsız bir güven duyulması; her şeyin akıl süzgecinden geçirilerek eleştirilmesi, ölçülüp, biçilmesidir. Aydınlanma insan aklının bağımsız bir güç olduğunu, kendinden başka hiçbir şeye hesap vermek durumunda olmadığını, kendi kendine yettiğini ileri sürer. Akla karşı duyulan bu kesin inanç, toplum yaşamına, devlete, ahlâka, dine ve insan aklını sınırlayarak boyunduruk altına almak isteyen her türlü otoriteye karşı şiddetli bir eleştiri ve mücadeleye girilmesine yol açtı.
Aydınlanma, reformun ve karşı reformun mirasına konmalıydı. Protestanlar her yerde papazlar zümresinin eğitimine büyük önem veriyor, ancak, eğitimin daha geniş bir şekilde ele alınması gerektiğini biliyorlardı; Çünkü tüm halkın yani inanca göre eğitilmesi gerekiyordu ve bu da bütün çocukların genel eğitim ve öğretimi anlamına geliyordu. Kilise dersleri ilk olarak doğru inanç ve doğru iş hakkında, İncil’den aktarılan tasarı dünyasının ilahiyatta titiz bir biçimde toplanması hakkında bilgi veren, herkesin anlayabileceği şekilde yazılmış soru-yanıt kitapçığı olan Hıristiyanlığın temellerini öğreten ders kitabına dayanarak yapılıyordu. Önceden belirlenmiş soru-yanıt yoluyla tartışma yapılıyor, doğru ve yanlış davranışlar hakkında talimat alınıyor, Avrupa’nın oluşumunun temelini atan çok eski bir yüksek kültür olan İsrail halkının dünyası hakkında temel bilgilerle tanışılıyordu. Tüm bunlar yoğun bir İncil okumasıyla pekiştiriliyordu.
Katoliklerin ders kitabı da benzer bir etki ediyordu; bununla birlikte burada İncil okuması geniş ölçüde ortadan kalkmıştı ve Barok’un yoğunlaştırılmış kültür duygulara ve düşünüş tarzına el koymuştu. Bilme ve okuma daha çok yüksek tabakanın ve din adamlarının özellikle de yüksek düzeyli dersleri okutma tekeliyle Cizvitlerin işiydi.
--------------Tualimforum İmzam--------------
Boşverdim
Kedi isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla