Tekil Mesaj gösterimi
Alt 06.09.08, 13:19   #6 (permalink)
Kullanıcı Profili
ÇisiL
Delta Üye
Kullanıcı Bilgileri
Üyelik tarihi: Jun 2008
Mesajlar: 581
Konular: 477
Puan Grafiği
Rep Puanı:4934
Rep Gücü:0
RD:ÇisiL has a reputation beyond reputeÇisiL has a reputation beyond reputeÇisiL has a reputation beyond reputeÇisiL has a reputation beyond reputeÇisiL has a reputation beyond reputeÇisiL has a reputation beyond reputeÇisiL has a reputation beyond reputeÇisiL has a reputation beyond reputeÇisiL has a reputation beyond reputeÇisiL has a reputation beyond reputeÇisiL has a reputation beyond repute
Teşekkür

Ettiği Teşekkür: 1
58 Mesajına 390 Kere Teşekkür Edlidi
:
Standart

Nükteler...


Hazret-i Ebû Bekir'in halifeliği sırasında Medine'de büyük bir kıtlık başgöstermişti. Halk ekmek yapmak için bir buğday tanesini bile bulamaz olmuştu.

Bu durumu gören Medineli tüccarlar, ellerindeki bütün parayı buğday alıp satmaya yatırmışlardı.

Hazret-i Osman da bu arada Şam'a bir ticaret kafilesi göndermişti. Oradan yüz deve yükü buğday satın alarak Medine'ye getirtmişti. Bu miktar, halkın buğday ihtiyacını büyük ölçüde karşılayabilirdi.

Bâzı tüccarlar derhal Hz. Osman'a müracaat ettiler. Şam'dan getirttiği bu buğdayı satın almak istediler. Buğdayın bir mennesine (5 kilo 12 gram ağırlığındaki bir ölçü birimi) 4 dirhem veriyorlardı. Fakat Hz. Osman, tüccarların verdiği fiyatı az buldu. "Sizden fazla veren var," dedi ve buğdayını hiç kimseye satmak istemedi. Tüccarlar bu durumda teklif ettikleri fiyatı arttırdılar. Fakat yine Hz. Osman'dan "Sizden fazla veren var" cevabını aldılar. Nihayet buğdayın bir mennesine 7 dirhem vermeye bile râzı oldular. Bu, verebilecekleri en son ve en yüksek fiyattı. Fakat Hz. Osman'ın ağzından "Sizden fazla veren var" sözünden başka lâf çıkmıyordu.

Bâzıları onun bu tutumunu, fırsat düşkünlüğüne ve çok kazanmak hırsına veriyordu. Halk şiddetli ihtiyaç içinde kıvranırken, onun böyle davranmasını kendisine hiç yakıştıramıyordu.

Nihayet mes'eleyi Halife Hz. Ebû Bekir'e anlatmaya karar verdiler. Ondan, Hz. Osman'la aralarını bulmasını isteyeceklerdi.

Halifenin huzuruna çıkarak, durumu olduğu gibi anlattılar. Hz. Ebû Bekir anlatılanları sonuna kadar dinledi. Ve onlara:

"Bu işte bir gariplik var," dedi. "Bana öyle geliyor ki, siz Hz. Osman'ın sözünü iyi anlayamadınız. O, Resûlüllah'ın dâmadı ve Cennet'te arkadaşıdır. Halkın ihtiyacını fırsat bilip ondan kâr ve çıkar elde edecek kimse değildir. Böyle davranışının mutlaka bir hikmeti vardır. Haydi, beraber gidip mes'eleyi bizzat kendisinden öğrenelim."

Hep birlikte Hz. Osman'ın yanına vardılar. Hz. Ebû Bekir tüccarların anlattıklarını Hz. Osman'a söyledi. Ondan, niçin malını verilen fiyata satmadığını sordu.

Hz. Osman'ın bu suâle cevabı şaşırtıcıydı:

"Ey Resûlüllah'ın halifesi! Bunlar benim bir menne buğdayımı 7 dirheme satın almak istiyorlar. Yani, bire 7 veriyorlar. Halbuki, ben onu, bire 700 veren birine satmak istiyorum. Yüce Allah, her bir hasenata karşılık 700'e kadar ecir ve mükâfat vereceğini va'detmiyor mu? Böyle kârlı bir ticaret varken, ben ne diye malımı onlara satayım."

Hazret-i Osman'ın bu cevabı üzerine, tüccarlar derin bir düşünceye daldılar. Onun hakkında kötü düşünmekle ne kadar hatâ ettiklerini anlamışlardı.

Hz. Osman, bundan sonra 100 deve yükü buğdayının hepsini de Medine halkına sadaka olarak dağıttı. Fakir ve yoksulların yüzünü güldürdü. Şehirdeki kıtlık da böylece büyük ölçüde giderilmiş oldu.

Şuurlu bir Müslüman, işlediği bütün işlerde Allah rızâsını ön plânda tutar. Halkın yardımına koşmayı, fakirlerin dertlerine derman olmayı, insanlara faydalı bulunmayı en büyük fazilet bilir...

MALLARIN SİGORTASI

Peygamber Efendimiz (A.S.M): "Zekât vererek mallarınızı kal'a içine alınız" buyurmuştur ki, malını korumak istiyen kişinin en büyük mânevî sigortası zekâttır. Hattâ hadis ve siyer kitablarında beyân edildiğine göre: bu hadîs-i şerîf, Efendimiz tarafından Ashâbına îrad edildiği sırada, oradan geçmekte olan bir Hristiyan Arab durup Peygamberimize: "Ben şimdi gidip zekâtımı hesaplayıp vereceğim, bakalım dediğin olacak mı?" demiş. Zât-ı Risâlet-penâhi tebessüm buyurmuşlar. Adam, evine gidip dediğini yapmış. Bir müddet sonra, Şam'a hareket edecek olan bir ticaret kafilesine iştirâk etmek istemiş; ancak kendisince mühim başka ticaret işlerinin zuhur etmesi üzerine, kafileye katılan komşularından, kendinin bir deve yükü eşyasını da yanlarına almalarını ricâ etmiş. Komşusu muvafakat ederek Şam'a hareket edilmiş. Aradan bir hafta geçtikten sonra, şehirde eşkiyanın ticaret kafilesini soyduğu haberi yayılmış. Hâdiseden iki cihetle müteessir olan Hristiyan tâcir, Efendimize müracaata karar verdiği günün ferdâsı, komşusundan kendisine bir haber gelmiş: "Kafileyi eşkiya vurdu. Ancak son menzile gelirken senin devenin ayağı burkulmuştu, yürüyemiyordu, mecburen deveyi eşya ile birlikte menzilde bırakıp yola çıkmıştık. Başımıza bu felâket geldi. Senin eşyan ve deven kurtuldu."

Haberi alınca sevinçten doğruca huzur-ı Risâlet'e gidip: "Yâ Muhammed, sen hak Peygamber'sin. Dediğin çıkmıştır. Ben İslâm'a giriyorum. Bana onu öğret..." diyerek mu'cizat-ı nebeviyyeden birinin zuhuruna sebeb olmuştur.

MALLARIN EN İYİSİ

Resûlüllah Hazretleri, Ashâbından bâzılarını zekât toplamak için vazifelendirmişlerdi. Ensâr'dan Übey bin Kâ'b, zekât toplamak üzere vazifelendirilenden biriydi. Kendisine bildirilmiş olan mıntıkanın Müslümanlarını bir bir gezer, Allah'ın farz kıldığı zekâtlarını, Beytü'l-Mâl'e teslim etmek üzere kendisine getirmelerini isterdi.

Bizzat kendisi bâzı hâtıralarını anlatırken oldukça ibretli bir vak'a nakleder. O günün Müslümanlarının zekât gibi malî ibâdetlere nasıl bir hisle baktıklarını gösteren bu tarihî hâdiseyi, aynen nakletmekte büyük fayda mülâhaza etmekteyim.

Şimdi söz, zekât toplama me'muru Übey bin Kâ'b'tadır. Diyor ki:

- Resûl-i Ekrem Hazretlerinin emirleri üzerine Benî Kudâ, Benî Üzre ve Benî Saad kabilelerinin sadakalarını toplamaya gitmiştim. Bunların hepsinin sadakalarını topladım, yalnız bir adam kalmıştı. Onun yanına gittim. Zekât toplamak üzere geldiğimi söyledim, beni sürünün içine götürdü:

- Dilediğini alıp götür, dedi.

Ben de gezdim, malların içinde ne en iyisi, ne de en kötüsü olan orta bir inek seçtim.

- Bu kâfidir, alıp götürürüm, dedim. Bana itiraz etti:

- Ben böyle süt vermeyen bir ineği zekât olarak önüne katıp da Resûlüllah'ın huzuruna göndermekten hayâ ederim, bu süt vermeyen ineği bana bırak, şu genç ve semiz deveyi bari al! dedi.

Ben, kendisine cevap verdim:

- Bunu alamam. Zira, bu senin mallarının en iyisidir. Resûlüllah Hazretleri bana, zekâtları malların ne en iyisinden, ne de en kötüsünden seçmeyip, orta olanından almamı emrettiler. Bunu alabilmem için Resûlüllah'ın izni olmalıdır.

Konuşmamız bu minval üzere uzadı. O:

- Ben, Resûlüllah'ın huzuruna süt vermeyen bir ineği, zekât olarak göndermekten utanırım, diyor, ben ise: - Bundan başkasını almaya me'zûn değilim, diye ısrar ediyordum.

Bir ara şu teklifi yaptım:

- Sen şu deveni al, birlikte Resûlüllah'ın huzuruna gidelim, mes'eleyi kendisine anlat. Resûlüllah emir verirse kabûl ederim!

Adam teklifimi kabûl etti. Birlikte deveyi de alarak Resûlüllah'ın huzuruna geldik. Şöyle konuştu:

- Yâ Resûlâllah! Zekât me'murunuz geldi. Ona malımı arzettim. İçlerinden bir sütsüz inek seçti. Ben de ona râzı olmadım, benim verdiğim genç ve semiz deveyi de o kabûl etmedi. Şimdi deveyi buraya getirdim, lütfen kabûl buyurun!

Malının en iyisini zekât vermek isteyen bu zâta karşı Resûlüllah Hazretleri gülümseyerek şöyle buyurdular:

- Übey senin malından vermek mecburiyetinde olduğunu ayırmış, sen ise daha fazla vermek hamiyetini göstermişsin. Allah niyetini kabûl buyursun. Bundan sonra:

- Übey, bu deveyi al ve zekât malları içine kaydeyle, diyerek ellerini açıp o zâta duada bulundular. Resûlüllah'ın o duasından sonra, o zâtın Medine'nin sayılı zenginlerinden biri olduğu görüldü.[1]

ÜÇ TİP İNSAN

Hayırseverler; çakmak taşı, sünger ve arı kovanı olmak üzere üç sınıfa ayrılabilir.

Çakmak taşından bir şey alabilmek için ona çekiçle vurmak gerekir. Ve alabildiğiniz ancak çakmak taşı ve kıvılcımdır.

Süngerden bir şey alabilmek için onu sıkmak gerekir. Ne kadar çok sıkarsanız o kadar çok şey alırsınız.

Ama, arı kovanının balı ve tadı dışarı taşar.

Cimri insan, bir şey vermek mevzuunda taş gibi katıdır. Esnemez, yumuşamaz, hissetmez, anlamaz. Bir şey vermek zorunda kalırsa, yüreğinden hiddet, dilinden övünmek ateşi yayılır.

Bazı insanlar iyi tabiatlı olmalarına rağmen, hayra teşviğe ihtiyaçları vardır. Vakıa birçok insan yer yer nefsine, şeytana, şeytanın vazifesini fahrî üstlenen yakınlara ve çevreye karşı manevî desteğe ihtiyaç hissedebilir. Bu yumuşak .tabiatlı insanlar ne kadar sıkıştırılırsa o kadar verir. "Bizi hayra zorlayın" diyen çok insan vardır.

Fıtratlarını Hz. Ebubekir'lerin, Ömer'lerin, Osman'ların, Ali'lerin rengine boyamaya muvaffak olmuş İnsanlar vermekten zevk alır. Ve İncil'in de dediği gibi, "Allah (c.c.), neşe ile vereni sever."[2]

CİMRİ ZENGİNİN PABUÇLARI

Bir zamanlar, Bağdat'ta Ebûlkasım Tanburî adında bir zengin varmış. O kadar cimri biriymiş ki ayağındaki pabucuna yama üstüne yamalar vurdu*rur, dikiş üstüne dikişler diktirirmiş. Yeter ki, yeni bir pabuç alma masrafına girmesin.

Kimseye fark para yardım etmeyen, ömründe tek defa olsun bir yaralı parmağı sarmayan bu cimri zengin, nihayet halkın bedduasına uğramış; pabucunu yamata yamata biriktirdiği parasını, yine pabucu yüzünden basma gelen olaylarda, ceza parası olarak vere vere bir güzel harcayıp bitirmiş.

Olaylar şöyle gelişmiş:

Tanburî, bir cuma günü hamama gitmiş. Orada karşılaştığı bir dostu:

- Şu ayakkabınızı bir daha tamir edeyim, yine yırtığı görünüyor, diye şakalaşmış. Hamamdan çıkarken yamalı ayakkabısını bulamamış Tanburî, orada yeni bir ayakkabı bulunca, dostunun tamir için kendi ayakkabısını götürüp, yenisini bıraktığını düşünmüş. Yeni ayakkabıları giyip hamamdan çıkmış. Neden sonra şehrin Kadısı da hamamdan çıkınca, yepyeni ayakkabısının yerine, bir köşede Tanburî'nin yamalı ayakkabısını bulmuş.

- Kadı efendinin ayakkabısını Tanburî çalmış! diye olay yorumlanmış. Bu yüzden Tanburi yi derhal yakalayıp hapse atmışlar. Bir süre hapis yatıp epey para harcadıktan sonra çıkan Tanburî'ye, yamalı ayakkabısı teslim edildiğinde, götürüp başına bu belayı açan ayakkabıyı hemen Dicle'ye atmış. Ama nehirdeki balıkçılar, ağlarını içinde o meşhur ayakkabıyı bulunca derhal tanımışlar ve getirip Tanburî'nin penceresinden içeri fırlatmışlar.

Rafta gül yağı şişelerine çarpan ayakkabı, gül yaının yere dökülüp ziyan olmasına sebep olmuş.

Başına gelen olaylar yüzünden iyice çileden çıkan Tanburî, bu defa onu evinin yanından akan bir akar suya atmış. Aşağıda suyu içenler ise Tanbu*ri’nin ayakkabısıyla suyun kirlendiğini anlayınca yine onu alıp şehrin kadısının huzuruna çıkarmışlar ve çevreyi kirletmekten bir hayli ceza almasına sebep olmuşlar. Tanburî cezayı ödedikten sonra, meşhur ayakkabısı yine kendisine teslim edilmiş.

Artık hiddetten deliye dönen Tanburî, kurusun da ateşe atayım, diyerek onu çatıya fırlatmış. Ama ayakkabıyı çatıdan kapan bir köpek, bir diğer çatıya atlarken ağzından ayakkabıyı yere düşürmüş. Aksi*lik bu ya, havadan düşen ayakkabı, duvarın dibinde bulunan üzeri yüklü bir kadının korkudan çocuğunu erken doğurmasına sebep olmuş. Kadın şikayetçi olduğundan, Tanburi’ye yeniden yüklüce bir taz*minat cezası daha vermişler.

İşin sonunun gelmeyeceğini anlayan Tanburî, nihayet bir gün Bağdat'ın en geniş meydanına çıkıp, halka hitaben şöyle bağırmak zorunda kalmış:

- Ey ahali, bundan sonra hepinizin malûmu olsun ki, bu ayakkabı ile uzaktan ve yakından hiçbir ilgim kalmamıştır. Onun yüzünden işlenecek suçlara bundan 'sonra iştirak etmiyorum. Ama bununla beraber dayanıklı ve antika bir ayakkabıdır. Biri alıp uzun zaman yine de giyebilir. Hediyem olsun! Böylece bana cimri diyenler de utansınlar.[3]

YARDIM EDEN YARDIM GÖRÜR

Irak-İran Savaşı sırasında, Irak'ta büyük bir açlık ve yoksulluk yaşanmaktadır.

Genç bir kadın, Kerkük'te, bir taksi şoförüne gelerek, Allah rızası için yardım etmesini ister. Günlerdir kendisinin ve çocuklarının aç olduğunu, artık tahammüllerinin kalmadığını, yardım edecek bir el bulamazsa, kötü yollara düşmekten korktuğunu söyler.

Taksi şoförü de, fakir biridir. Kıt kanaat, kendisini ve ailesini geçindirmektedir. Aylardır çalışması sonunda, taksisinin artık iyice eskiyen lastiklerini değiştirmek için bir miktar para biriktirmiştir. Kadının bu sızlanışı ve de kötü yollara düşmekten korkuyorum sözü karşısında dayanamaz. Lastikler için ayırdığı parayı "Allah Kerim" diyerek genç kadına verir. Kadın, "Allah ve Peygamber, senden razı olsun" diye dua ederek sevine sevine gider. Evden şoföre sık sık:

- Lastikleri ne zaman değiştireceksin? diye sorarlar.

O da bir bahane ile ev halkını oyalayıp durur. Bir yandan da ne yapacağını düşünür. Çünkü lastiklerin mutlaka değişmesi gerekmektedir.

Bir gün kendisi evde yokken bir zat gelir. Bir lastikçi adresi bırakır. Bu adrese mutlaka uğramasını ister. Ev halkı, bunu tabii karşılar. Çünkü lastik değiştirme konusu evde her gün konuşulan konudur. Şoför eve gelince, bir lastikçi tarafından arandığını öğrenir. Meraklanır, çünkü kendisinin bu konuda hiçbir teşebbüsü olmamıştır. Ertesi gün, lastikçiye uğrar. Lastikçi onu karşısında görür görmez, ağlayarak boynuna sardır.

- Kardeşim, sen ne iş yaptın Allah aşkına söyle. 3 gecedir rüyamda Allah Resulünü görüyorum. Bana senin ismini ve adresini veriyor. Arabasının tüm lastiklerini ücretsiz değiştir, diye emrediyor. Sen, Allah Resulünü hoşnud eden ne amel yaptın söyler misin?

Şoför bu sözler karşısında çok duygulanır. O da ağlamaya başlar. Başından geçen olayı lastikçiye anlatır.

Bu olay, darda ve zorda kalan birine yapılan yardımın Allah katında ne kadar makbul bir davranış olduğunu gösteren yaşanmış bir olaydır. O makbûliyetin alâmeti de, lastik parasını, ihtiyaç sahibi kadına verip onu kötü yola düşmekten kurtaran şoförün yardımına, bizzat Allah Resulünün yetişmesidir.[4]

HAC PARASINI MUHTAÇ KOMŞUSUNA VERİNCE...

Hicri İkinci asır gönül sultanlarından Abdullah bin Mübarek hacca gidiyordu. Günlerce tozlu yollarda mesafe alıp nihayet Mekke'ye ulaştı. Gözyaşları içinde Kabe'yi tavaf edip Arafat'a çıktı. Mina'da şeytan taşladı, vicdan huzuru içinde tekrar Mekke'ye dönüp tavsifim yaptı.

Ayrılacağı son gecede bir rüya gördü. Abdullah'a gelen iki melek onun yanında şöyle konuşuyorlardı. Biri diyordu ki:

- Bu sene üç yüz bin hacı geldi, ama içinden haccı kabul olacak biri çıkmadı! Abdullah buna çok üzüldü ve dayanamayıp sordu:

- Bütün hacıların emeği boşa mı gitti? Hiç birininki de kabul olmadı mı? Melek şöyle açıkladı:

- Şam'da Emeviye Camii cemaatından Abdullah bin Muvaffak adında hacca niyetlenip de gelemeyen bir kişi var. işte o kişinin hürmetine Allah, bu seneki hacıların haccını kabul etti, yoksa durum tehlikeydi.

Abdullah bin Mübarek, hemen yola koyulup Şam'a varmaya niyetlendi. Hacca gelmediği halde bütün hacıların baççının kabul olmasına sebep olan o zatı görmeyi istiyordu. Dere tepe demeden yol alan Abdullah bin Müba*rek, nihayet Şam'a geldi. Emeviye Camii cemaatından Abdullah bin Muvaffak'ı arayıp buldu. Kendisinde misafir olmayı istediğini söyledi. Adam bu isteği kabul etti. Akşam sohbet ederken, Ona niçin hacca gelmediğini sordu. O da başından bir olayın geçtiğini, onun için üç senedir hac için hazırladığı parayı harcayıp gelemediğini söyledi. Abdullah:

- Neymiş başından geçen bu olay anlatır mısın? Diye sordu. O da anlatmaya başladı:

- Hac paramı uzun zamandır biriktirip tam yola çıkmaya niyetlendiğim günlerdi. Hamile eşim bir gün ısrar etti:

- Komşunun evinden et kokusu geliyor, ne olur bana bir parçacık et getir! Canım çok çekti. Ben de gidip komşunun kapısını çaldım. Durumu anlattım. Gözü yaşlı, benzi solmuş komşu kadını, titrek sesle özür dileyerek bu etten veremeyeceğini söyledi. Ben de merak ettim:

- Bizden ne kötülük gördün ki, üzeri yüklü hanımımın istediği bir lokma eti esirgiyorsun, dedim. Kadın mecbur kalınca şöyle konuştu:

- Benim çocuklarım çoktur. Ne var ki hepsi de bir haftadır yiyecek bir şey bulamadılar, aç yatıp kalkıyorlardı. En son gün hayattan tehlikeye girdi. Ben de gidip çöplüğe atılmış bir hayvan leşi buldum. Ondan et kesip getirdim. Şimdi kokusunu duyduğunuz et, o leşin etidir. Biz aç kaldığımızdan bize helaldir, yiyebiliriz, ama siz maşallah hacca niyetlenecek kadar zenginsiniz. Bu etten yemeniz size haramdır. Onun için size veremem!..

Ben bu açıklama karşısında başımdan vurulmuşa döndüm. Hemen eve gelip nafile hac için hazırla*dığım paranın tümünü de, işte bu komşuya verdim. Tekrar hacca gidemeyişim bundandır. Çok üzgü*nüm. Demek ki Rabbim bana nafile haccı nasip etmeyecekmiş ki karşıma böyle bir durum çıkardı. Abdullah bin Mübarek derhal şu açıklamayı yaptı:

- Üzülme, Allah senin bu yaptığın yardımı öyle bir hac yerine saydı ki, bütün hacıların haccını da bu yüzden kabul etti.[5]

BEDEVİNİN ARMAĞINI

Zamanın birinde cömertliği dillere destan bir halife vardı. O kadar cömertti ki yaptığı bağış ve ihsanların haddi hesabı yoktu. Bu halifenin devrinde son derece fakir bir bedevi bir çölde karısıyla birlikte yaşıyordu. Bir gün karısı fakirlikten usanıp şikâyete başladı. Dünyayı adama zindan etti. Adam kadına diller döktü nasihatler etti, sabrın fazi(etlerini anlattı fakat nafile kadın dinlemedi, sonunda da ağlayıp gözyaşı dökmeye başladı. Bunun üzerine adam dayanamadı.

"Ağlamayı bırak bir çare biliyorsan onu söyle." dedi. Kadın fırsatını yakalamıştı biraz daha ağlayıp nazlandıktan sonra:

"Halifeye git derdini anlat o sana ihsanda bulunur, çünkü halife İhsanda nisan bulutunu geçmiştir fakir fukaranın ümit kapısıdır." dedi.

Adam: "Yahu hatun iyi diyorsun da koskoca halîfenin huzuruna eli boş varılır mı, benim götürecek bir hediyem yok ne götüreyim, o kutlu kişinin huzuruna nasıl varayım?" dedi. Kadın:

"Sen halifeye bir testi yağmur suyu götür, çünkü tatlı su çok değerlidir. Halifenin suyu kim bilir nasıl acı ve içilmez bir sudur." dedi. Bu iş adamın da aklına yattı ertesi gün bir testi suyu alarak yollara düştü, günlerce gittikten sonra nihayet halifenin sarayına vardı.

Halifenin mihmandarları adamı karşılayıp güler yüzle tatlı sözler söyleyerek saraya aldılar. Halifenin sarayı Dicle nehrinin kıyısındaydı. Adam tes*tideki suyu halifeye sundu, sonra getirdiği o suyu öve öve bitiremedi.

Halife suyu teşekkür ederek aldı. Testiyi altınla doldu*rarak adama geri verdi. Adamlarına:

"Çöl yolu uzundur bu zavallı adamı Dicle yoluyla, ge*miyle gönderin." diye tembihledi.

Halifenin adamları bedeviyi gemiye bindirmek üzere Dicle'nin kenarına götürdüler. Bedevi gürül gürül akan tatlı sulu Dicle'yi görünce mahcup oldu. Halifenin bu ih*sanı karşısında hayretler içinde kaldı.[6]
ÇisiL isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla