Tekil Mesaj gösterimi
Alt 06.09.08, 13:19   #7 (permalink)
Kullanıcı Profili
ÇisiL
Delta Üye
Kullanıcı Bilgileri
Üyelik tarihi: Jun 2008
Mesajlar: 581
Konular: 477
Puan Grafiği
Rep Puanı:4934
Rep Gücü:0
RD:ÇisiL has a reputation beyond reputeÇisiL has a reputation beyond reputeÇisiL has a reputation beyond reputeÇisiL has a reputation beyond reputeÇisiL has a reputation beyond reputeÇisiL has a reputation beyond reputeÇisiL has a reputation beyond reputeÇisiL has a reputation beyond reputeÇisiL has a reputation beyond reputeÇisiL has a reputation beyond reputeÇisiL has a reputation beyond repute
Teşekkür

Ettiği Teşekkür: 1
58 Mesajına 390 Kere Teşekkür Edlidi
:
Standart

Nükteler-2...


HZ. ÖMER’İN YANGINI SÖNDÜRMESİ

Hz. Ömer döneminde bir yangın çıktı bu o kadar şid*detli bir yangındı ki ateş taşları bile kuru odun gibi rahat*lıkla yakıyordu.

Yangın çok büyüktü ve her an daha da büyüyordu. Yangın büyüdükçe büyüdü; evleri, yapıları hatta kuşların kanatlarını ve yuvalarını tutuşturmaya başladı.

Kısa bir sürede alevler şehrin yansını sardı: Artık su kâr etmiyordu. Halk ateşe kova kova su ve sirke döküyordu, fakat nafile. Yangını söndüremeyen halk Ömer'e koşmaktan baş*ka çare bulamadı.

"Ya halife yangını söndüremiyoruz, bize yardım et." diye yalvardılar.

Hazreti Ömer işin aslını ve sırrını biliyordu.

"O yangın Allah'ın (c.c.) alâmetlerindendir. Sizin cimri*lik ateşinizin bir şulesidir. Yangına su serpmeyi bırakın cö*mertlik edip fakirlere, yoksullara yardım edin, yiyecek içe*cek dağıtın, cimriliği bırakın." dedi.

Bunu duyan halk itiraza başladı:

"Biz cömert insanlarız fakirleri doyuruyor yoksullara yardımda yarışıyoruz." dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.):

"Siz âdet hâline getirdiğiniz İçin yoksula yardım edi*yorsunuz, Allah (c.c.) rızası için değil. Sizin derdiniz, mak*sadınız, övünmek, gösteriş yapmak. Yoksa siz Allah'ın (c.c.) rızasını gözetmiyorsunuz. Bunu terk edin ki Rabbim size merhamet etsin." buyurdu.

• Dış alemdeki ateşi su söndürür. Fakat şehvet ateşi kıyamete kadar sürüp gider.[7]

HELVACI ÇOCUK

Cömertliğiyle tanınmış bir şeyh vardı. Bu yüzden bir türlü borçtan kurtulmazdı.

Şeyh yıllarca bulduğunu dağıttı, bundan dolayı da borcu arttıkça arttı, nihayet dört yüz dinara yükseldi.

Bir gün şeyh hastalandı öleceğini anlayan alacaklıları başına toplandılar. Şeyhe kötü kötü bakıyor, onun hak*kında fena fena şeyler düşünüyorlardı. O sırada helva satan bir çocuk sokaktan geçiyordu. Şeyh hizmetçisine:

"Git şu çocuktan helvanın tamamını satın al da bu ala*caklılar yesin, hiç olmazsa bir süre gönülleri hoş olsun." dedi.

Hizmetçi çıkıp helvacı çocuğu çağırdı, helvayı yarım di*nara satın aldı, getirip şeyhin borçlularına ikram etti. Borç*lular helvayı yiyip bitirdiler. Helvacı çocuk boş tepsiyi eline aldı ve ücetini istedi. Ölmek üzere olan Şeyh:

"Ben zavallı ve ölmek üzere olan bir adamım bende para ne arar." dedi.

Bunu duyan helvacı çocuk ağlayıp İnlemeye, feryada başladı. Alacaklıların buna iyice canları sıkıldı ileri geri söy*lenmeye başladılar. Çocuk ta ikindi vaktine kadar ağlayıp durdu. Şeyh bu sırada gözlerini yummuş çocuğa hiç bakmıyordu.

İkindi vaktinde bir hizmetçi elinde bir tabak içeriye gir*di tabağı şeyhin önüne bıraktı. Şeyh hizmetçiye tabağı alacaklılarına vermesini söyledi. Hizmetçi tabağı alacaklı*ların önüne koydu. Tabağın örtüsünü açtıklarında herkes hayretler içinde kaldı. Zira tabakta -Şeyhin borcu olan-dört yüz dinar vardı. Tabağın bir kenarında da kağıda sanlı yarım dinar vardı. O yarım dinar da helvacı çocuğun parasıydı. Bu duruma şaşıran alacaklılar, utandılar şeyh hakkın*daki kötü sözlerine ve yanlış zanlarından dolayı pişman ol*dular. Şeyhin ellerine sarıldılar:

"Ey ulu kişi bu işin sırrı, hikmeti nedir anlat bize." de*diler. Bunun üzerine Şeyh:

"Ey insanlar bunun sırrı şudur. Ben bunu Allah'tan (c.c.) diledim. Cenabı Allah (c.c.) bana doğru yolu göster*di. O paranın gelmesi çocuğun ağlamasına bağlıydı. Hel*vacı çocuk ağiamasaydı rahmet denizi coşmazdı." dedi.

* Ey kardeş, çocuk, senin cisim çocuğundur. İyi bil ki muradına erebilmen de ağlamana bağlıdır.[8]

ZENGİN İLE FAKİR

Vaktiyle çok zengin bir adam vardı. O kadar zengindi ki. malının ve parasının hesabını bilmezdi. Yine de son derece cimriydi.

Günlerden bir gün kapısına bir fakir geldi. yardım edeyim.

— Allah nzası için karnımı doyurun, diye yalvardı. Merhametsiz zengin:

— Defol kapımdan. Çalışıp kazanacağın yerde dilen*mekten utanmıyor musun? Defol, dedim...

Fakir boynunu büktü.

— Ne tuhaf. Hadi ben fakir olduğum için yüzümü bu*ruşturuyorum, sen zengin olduğun halde gülmeyi, güzel söz söylemeyi unutmuşsun.

— Defol dedim, defol..

— Kibirlenme, ne fakirlik, ne zenginlik ebedidir.. Bir gün bütün malını kaybedip fakir olabileceğini hiç düşün*dün mü?

Merhametsiz zengin büsbütün sinirlendi. Hizmetçisine bağırdı:

— Defet şu herifi başımdan! Hizmetçi ezile-büzüle fakiri kovdu. Bir kaç yıl geçti...

Merhametsiz cimri zenginin işleri bozuldu. Her şey ters gitmeye başladı. Sanki altını tutsa kömür oluyordu. Bütün parası kısa süre içinde erimiş, elinde avucunda hemen hiçbir şey kalmamıştı.

Ve bir gün hizmetçisi karşısına dikildi:

— Bana izin, dedi. Ücretimi veremediğin için yanında çalışamam. Kendime başka bir kapı aramalıyım.

Eski zengin bağıra çağıra hizmetçiyi kovdu. Hizmetçi gitti, merhametli bir zenginin yanında iş buldu. Yeni efendisi çok iyi kalpliydi. Kapısına gelen her fakirin kar*nım doyurur, elbise verir, cebine de bir miktar harçlık koyup duasını alır, öyle gönderirdi.

Bir gün yine kapısına bir fakir geldi. Adam perişan haldeydi. Günlerce yemek yemediği ilk bakışta anlaşılı*yordu. Kapıdan elini uzattı:

— Allah rızası için bir dilim ekmek verin.

İyi yürekli, merhametli ve cömert zengin hizmetçisini çağırdı. Kapıdaki dilenciyi gösterip:

— Yemek ver, diye emretti, sırtına elbise giydir, cebine harçlık koy...

Hizmetçi kapıdaki dilenciye yemek götürdü. Ama yü*zünü görür görmez hayretler içinde kaldı. Efendisine koştu, nefes nefese:

— Efendim, diye konuştu, kapıdaki dilenci kim biliyor musunuz?..

— Kim?..

— Benim eski efendim! Yanından ayrıldığım cimri zen*gin!..

Merhametli zengin gülümsedi.

— Ya beni tanıdın mı? diye sordu. Sen onun yanında çalışırken kapısına gelmiştim. Beni kovmanı söylemişti. Çalış ve kazan, dilenmeye utanmıyor musun? demişti. Allah'ın hikmetine bak ki o fakirleşti ben zengin oldum. Kimse servetine güvenmemeli, kimse de fakirliğinden utanmamalı. Allah herkesin Rabbidir, bol hazinesinden istediğine verir. Kul kendisine verilen serveti Allah yolun*da harcamalı...[9]

CİMRİ ZENGİNİN PİŞMANLIĞI

Çocuklarına ekmek alacak parası kalmayan fakir ba*ba, yakınlarındaki zengin komşusuna gider, durumunu anlatarak: — Ciddî sıkıntı içindeyim, bana yardım eder misiniz? der.

Yardım sözünü duyan zengin birden rahatsızlanmış gibi yüzünü buruşturup, çehresini ekşiterek:

— Sorma kardeşim, bugünlerde işler kesat gidiyor, fazla kâr edemiyorum, maalesef yardım edemeyeceğim, cevabını verir.

Çocukları aç bekleyen baba, çaresiz kalkıp gider. Bu defa tanıdığı bir fakir dostuna varır:

— Birader, senin durumunu da biliyorum, ama mec*bur kaldığım için geldim, çocuklar bütün gün aç bekledi*ler, bir tek ekmek alacak kadar olsun para bulamadım, der.

Kendisi de muhtaç olan bu fakir dost, hemen ayağa kalkar, öbür odaya gider, çekmecede bulunan parasını kavradığı gibi alıp getirir dostunun eline uzatın

— Aziz kardeşim, Allah kimseyi sıkıntı içine düşürme*sin, ben çoluk çocuğun aç kalmasının ne demek olduğu*nu çok iyi bilirim, biz büyükler çöp tenekesinden de olsa ekmek bulur yeriz ama çocuklar bunu anlamazlar. Sen hemen evine git ve çocuklarına gereken ekmek ve katığı da yoldaki bakkaldan alıp, yavrularına ulaştır, der.

Sıkıntı içinde bunalmış olan baba eline geçen bu pa*rayla dünyanın en zengin adamı olduğu hissine girerek hemen bakkala koşar, ekmek ve katık olarak da kucak dolusu yiyecekle eve gelir. Bekleşen çocuklar, babalarını bayram havasıyla karşılarlar. Karınlan doyunca da birer köşede uykuya dalarlar. Çocukları seyrederken derin bir nefes alan baba da, sıkıntısını atmış olarak uykuya dalar.

Beri tarafta zengin adam, o gece uykusunda entere*san bir rüya görür. Rüyasında gökyüzünde herkesin hayranlıkla seyrettiği iki tane köşk görür.Yıldızlarla süslenmiş köşkün birinden diğerine uçan melekler, kanatla*rında köşkün sakinlerini götürüp getirirler. Zengin sorar:

— Bu köşkü satın almak isterim, kimindir acaba? Cevap verirler:

— Bu köşkün ikisi de falan mahalledeki fakir adamın*dır. Sıkıntı içinde kalan bir baba kendisine gelmiş, ço*cuklarının karnını doyuracak kadar olsun bir yardımda bulunmasını istemiş. O da çekmecesindeki son parasını vermiş, hemen gidip çocuklarına yiyecek almasını te'min etmiş. Onun bu yardımı Allah'ın hoşuna gittiğinden do*layı bu iki Cennet köşkünü ona verdi.

Heyecanla uyanan zengin sabahı iple çeker, hemen gi*dip yoksul adamı bulur ve teklifini yapar:

— Dün sana gelen yoksul babaya ne verdiysen iki mislini vereyim de o yardımı ben yapmış olayım olur mu? Yoksul adam, cimri zenginin yüzüne dikkatle bakar ve şöyle cevap verir:

— Olmaz! Çünkü senin gördüğün rüyayı Allah bana da gösterdi. Ve iyi kalpli yoksul adam şunu da söyler:

— Hem senin vereceğin bu parayı alsam bile, sen o köşkü alamazsın.

— Neden? Sen aldın ya?

— Ben o yardımı yaparken sırf Allah rızası için yap*tım. Sen ise bu parayı bana Allah için değil, rüyada gör*düğün köşke sahip olmak için vereceksin. Anladın mı şimdi aradaki farkı?

— Keşke, der, böyle cimri zengin olacağıma, senin gibi iyi kalbli, dindar, kanaatkar biri olsaydım da o köşklere ben sahip olsaydım.[10]

AĞACA ASILAN ZEKAT PARASI

Fatih Sultan Mehmet Han devrinde bir Müslümanın, gün*lerce dolaşıp yıllık zekatını verebileceği fakir birini arayıp bula*madığını...

Bunun üzerine zekatının tutan olan parayı bir keseye ko*yarak Cağaloğlu'ndaki bir ağaca asıp, üzerine de:

"Müslüman kardeşim, bütün aramalarıma rağmen memleketimizde zekatımı verecek kimse bulamadım. Eğer muhtaç isen hiç tereddüt etmeden bunu al" diye yazdığını...

Ve bu kesenin üç ay kadar o ağaçta asılı kaldığını...[11]

ALLAH’LA ORTAKLIK

Yıllarca önce William Colgate isimli Amerikalı bir genç, kendi özel hayatını kurmak için Baltimore şehrin*den New York'a gitti. Yola çıkmadan önce akrabaların*dan birisi:

- Yapmayı bildiğin şey nedir? diye sordu. Genç Colgate:

- Sadece mum ve sabun yapmayı biliyorum, dedi. Bunun üzerine o dostu ve akrabası genç Colgate'e şu nasihatte bulundu:

- Öyle ise, yapabileceğin en iyi mum ve sabunu yap ve Allah'ı da kendine ortak al. Genç adam. bu öğüdü yü*rekten benimsedi ve zamanla büyük bir sabun fabrikası*nın sahibi oldu. Günümüzde o gencin adını taşıyan sa*bun ülkemizde de satılmaktadır.

İnsan, bir işi yaparken Rabbine arz ediyormuşçasına yapmalıdır. Allah (c.c.) güzeller güzelidir, Kâinatı mükem*mel yaratmıştır. Ve Allah kulunun yaptığı İşi güzel yapması*nı ister, ona verdiği güzellikleri ve kabiliyetleri onun üzerin*de görmekten hoşnut olur. Kabiliyetin ve gayretin hakkı eserin güzelliğiyle verilir. Bu dikkat ve hassasiyet de insa*nın kendisine yapılan ihsanın kıymetini bildiğini, hakkı tak*dir ettiğini göstermesi hasebiyle, manevî bir şükürdür.

İnsan, taleb ettiğine erer.

"Vermek istemeseydi, istemek vermezdi."

Her şey düşlerle başlar. Talep bir şeye kavuşmanın İlk şartı ve duasıdır. Güzel şeyler hedefleyip düşlemenin zorlu*ğu da, mahzuru da yoktur.

İnsan yaptığı işin hakkını vermeye çalışmalı, daha güzeli olmayacak şekilde işini yapmayı istemelidir.

Ümit ve gayret aç gözlülük olan hırstan farklıdır.

İşin hakkını verdikten sonra netice Allah'a bırakılmalı, hayatın ağır hadiselerinin ve mükellefiyetlerinin altından onun yardımı olmadan kalkılamayacağı unutulmamalıdır.

Allah'a dayanan sağlam bir ortaklık kurmuş demektir.[12]

EKONOMİK KRİZ

İzzeddin bin Abdusselam'ın Şam'da bulunduğu yıllar*da büyük bir kıtlık olmuş, halkın bir kısmı bahçelerini ve arazilerini ucuz fiyata satıp başka yerlere göç etmişlerdi. Hanımı, boynundaki gerdanlığını vererek bir bahçe satın almasını İstemişti.

İzzeddin bin Abdusselam, gerdanlığı sam. Aldığı para*yı da fakirlere dağıttı.

Eve dönünce hanımı, bahçeyi satın alıp almadığını sordu. Hanımına şu cevabı verdi:

- Gerdanlığı sattım, onunla bir bahçe satın alacaktım. Fakat, baktım ki insanlar çok zor durumdalar. Kıtlıktan sonra muhtaçların sayısı da, ihtiyaçları da artmış. Bunun üzerine, Şam'dan bir bahçe satın almaktan vazgeçip cen*netten bir bahçe satın almaya karar verdim. Ve gerdanlı*ğın parasını halka sadaka olarak dağıttım. Şam'da bir bahçe satın alamadım ama, inşallah cennette bir bahçe satın almışımdır.

Hanımı, beyinin bu ticaretini büyük bir memnuniyetle karşıladı:

- Çok iyi yapmışsın, dedi.

Ahirete yatırım yapmak, birilerine yardım yapmak değil*dir, insan, o eller ve bahanelerle erzakını ebed diyarına göndermekte; karanlığını aydınlığa, ateşini esenliğe çevir*meye çalışmaktadır. Herkesin yardımı kendinedir.

Evinizi taşıyan nakliye firmalarına ücretini ödemek, ha*yırseverlikten öte, vazifedir.

Vermenin zor olduğu günler, hasenatın bire bin katlandı*ğı günlerdir. Böyle zamanlarda hayırlı hizmetlerden el gev*şetmek yerine, neslin imdadına koşmak için yapılan feda*kârlıkları ve gayreti artırmak gerekir. Unutulmamalıdır ki, in*sanın kendi nefsini kurtarması, neslinin kurtuluşu için ça*lışmasına bağlıdır.[13]

ZEKATTA ÖLÇÜ

İmam-ı Şiblî'yi çekemeyen birisi İmtihan niyeti ile:

- Ey Üstad, beş devenin zekatı ne kadardır? diye sordu. Hazret-i Şİblî cevap vermek istemedi. Adam ısrar edi*yordu.

- Normalde bir koyun vermek vaciptir, fakat bizim gi*biler için usul hepsini vermektir, dedi.

Adam şaşkınlıkla tekrar sordu.

- Bu hususta kime uyuyorsunuz, İmamınız kim? Şiblî Hazretleri:

- Hazreti Ebubekir, dedi, ona uyuyoruz.

- Hangi sebeple?

- Çünkü o evine gidip nesi varsa Efendirniz'e (a.s.v.) getirmiş ve "Evdekilere ne bıraktın?" dendiğinde, "Allah ve Resulünü..." demişti.

Adamın cevap çok hoşuna gitti, İmam-ı Şiblî'nin aley*hinde olmaktan vazgeçti.

Fedakârlık, sizden ayrıldığında yokluğunu fark ettiren şeydir. Küçük şeylerle büyük neticelere ulaşılacağı düşünü*lemez.

İslam, verme mevzuunda bal kovanı gibi taşıp boşalamayanlara vermeleri gereken en alt sınırı göstermiştir.

On dört asır evvel, cemiyette yangın varken nasıl feda*kârlıklar ince hesaplarla yapılmamışsa, felaket ve helaket tufanının dünyayı kasıp kavurduğu günümüzde de o hesap*larla yapılmamalıdır. insanların imanı bahis mevzuu iken başka şey düşünül*mez.

Önce Allah'ın bilinmesi muraddır.[14]

KİME VERMELİ

Muhyiddin-i Arabi Hazretleri, Fütuhat isimli eserinde anlatıyor:

"Bir gün İşbiliye'de, hocam Ebü'l Abbas'ın meclisinde bulunuyorduk. İçimizden biri, birisine sadaka olarak bir şeyler vermek istedi. Bir diğeri:

- Sadakayı neseben yakın olanlara, (akrabaya) ver*mek daha evladır, dedi.

Bu sözü duyan hocam Ebü'l Abbas:

- Sadakayı Allah'a yakın olanlara vermek daha evla*dır, buyurdu.

Bazen, yakın akrabaya yardım etmek, nefislerin hayırlı işlere koşmasına manı bahaneler haline dönüşüyor.

Az şeyle teselli arayanlar, insanların karınlarını doyur*maktan bahsettikleri kadar, ebedî açlıklarına çare bulmak*tan bahsetmiyorlar. Keşke birincisini bari ciddi olarak dert etselerdi...

İnsanları Allah'a yaklaştırmak, insanın en büyük muradı ve vazifesidir. Din, önce Allah'a ait meseleleri, Onun dava*sını emreder. Sair her şey ondan sonra gelir.

Verirken öncelik Onun yolunda yapılan gayretlerdedir. Öyle olmasaydı, Ebubekir Efendimiz (r.a.), arkada bırakır, akrabasına bırakır, her şeyini alıp gelmezdi.[15]

BAŞARI GETİREN ORTAKLIK

Geçen yüzyılın sonunda Baltimore'lu bir delikanlı kendine yepyeni bir hayat kurmak üzere New York'a gidiyordu. Yaşlı aile dostu kaptan ona, hayatını kazanmak için orada ne ya*pacağını sordu.

"Ben, her işi yapabilen kişilerden değilim." diye cevap verdi genç adam ve devam etti: "Sabun ve mum yapmaktan başka bir şey gelmez elimden." Aile dostu kaptan ona küçük bir nasihatte bulundu:

"Rabbin ile ortakmışsın gibi çalış ve kazancının onda biri*ni onun payı olarak ayır," dedi. "Göreceksin... O zaman işin her zaman iyi gidecek."

Genç adam, kısa bir süre sonra, kendi işini kurdu. Kap*tanın nasihatini unutmamıştı. Kazancının onda birini ayırıyor; ihtiyaç sahiplerine, yardım kuruluşlarına bağışlıyordu. İşini giderek geliştirdikçe kazancının onda birlik payını onda ikiye yükseltti. Daha sonra ise, zamanla artıra artıra kârının yarısını bu iş için ayırdı.

Genç adamın işindeki başarısı, iyilikseverliği oranında artıyordu.

Sabun üreticisi genç adam, sabun kralı olarak tanınabile*cek düzeye geldikten bir süre sonra öldü. Fakat onun işinin başarısındaki "sır", önce hikaye olarak, daha sonraları ise, bir hâtıra olarak uzun yıllar canlı kaldı.

İhtiyar bir dostun nasihatine uyarak işinde Yaratıcısı ile ortak olan bu adamın adı William Colgate'tir.

Colgate'in adı, bugün dünya çapında bir sabun ve diş macunu firmasından başka, Amerika'nın önde gelen üniversitelerinden birinde; Colgate Universitesi'nde varlığını sürdürmektedir.[16]


Alıntıdır.
ÇisiL isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla