Tekil Mesaj gösterimi
Alt 06.09.08, 13:22   #4 (permalink)
Kullanıcı Profili
ÇisiL
Delta Üye
Kullanıcı Bilgileri
Üyelik tarihi: Jun 2008
Mesajlar: 581
Konular: 477
Puan Grafiği
Rep Puanı:4934
Rep Gücü:0
RD:ÇisiL has a reputation beyond reputeÇisiL has a reputation beyond reputeÇisiL has a reputation beyond reputeÇisiL has a reputation beyond reputeÇisiL has a reputation beyond reputeÇisiL has a reputation beyond reputeÇisiL has a reputation beyond reputeÇisiL has a reputation beyond reputeÇisiL has a reputation beyond reputeÇisiL has a reputation beyond reputeÇisiL has a reputation beyond repute
Teşekkür

Ettiği Teşekkür: 1
58 Mesajına 390 Kere Teşekkür Edlidi
:
Standart

Pırlanta Serisi...



O’nun, günlerce ağzına bir tek lokma koymadığı çok olurdu. Zaten hayatı boyunca, arpa ekmeğiyle dahi, karnını bir kere doyurduğu vâki değildir. Aylar geçer O’nun evinde bir çorba kaynatmak için ateş yanmazdı.

Bir gün namazını oturarak kılıyordu. Kıldığı nâfile bir namazdı. Ebu Hüreyre (ra), namazdan sonra sordu: Ya Resûlallah! Bir hastalığınız mı var? Namazı oturarak kılıyorsunuz? Verilen cevap cihanı ürpertecek şekildeydi: “Ya Eba Hüreyre, günlerdir ağzıma götürecek birşey bulamadım. Açlık takatımı kesti, ayakta duracak dermanım kalmadı, onun için namazımı oturarak kılıyorum.”

Ebu Hureyre diyor ki, bunu duyunca ağlamaya başladım. Allah Resulü kendi durumunu unutmuş, bana teselli veriyordu: “Ağlama Ya Ebâ Hureyre! Burada çekilen açlık, insanı âhiret azabından kurtarır.”

O, bir liderdi. Raiyyetinin arasında günlerce aç kalanlar vardı. İşte, Allah Resûlü de kendi hayat standardını onlara göre ayarlamıştı.

Teb’ası içinde, maddî hayat itibariyle en fakirâne hayatı O yaşıyordu.. hem de bunu kendi ihtiyarıyla yapıyordu. İsteseydi müreffeh bir hayat yaşayabilirdi. Bu, O’nun için hiç de zor değildi. Zira, sadece kendisine hediye olarak gelenleri dağıtmayıp yanında bırakmış olsaydı, o gün için en mesudâne bir hayat yaşamasına kâfi gelirdi; ama O böyle yapmayı hiç düşünmedi.

Bu, kat’iyen O’nun ve yetiştirdiği cemaatinin dünyaya küsmüşlüğü veya dünyayı terketmişliği ma’nâsına alınmamalıdır. Mesele bir kısım şom ağızların, “Bir lokma, bir hırka” deyip Allah Resulüne ait bir ahlâk ölçüsünü alaya aldıkları gibi değildir. İsteyen, kazanır, zengin olur ve Allah (cc)’ın emrettiği ölçüde zekatını verir, infakta bulunur; evet kimse böyle bir kazancın karşısında değildir.. hatta helâlinden kazanmak İslâm’da teşvik bile görmüştür. Bununla beraber, Allah Resulü’nün ve O’nun has dairedeki bir kısım arkadaşlarının, yukarıda müşahhas misâllerini verdiğimiz anlayışa ve idrake sâdık kalmaları gerekir. Aksi halde, hergün hızla büyüyen, Mekke ve Medine sınırlarını çoktan aşan bu cemaati, ilk günkü saffet ve duruluğunda tutmak mümkün değildir. Bu cemaat, sırf bir beden ve cismaniyet cemaati değildir. Bu cemaat, aynı zamanda, ruh, kalp, irade ve vicdan cemaatidir. Ve işte Allah Resulü, cemaatini bu dinamiklerle ayakta tutmaya çalışıyordu. Onlardan istediği her fedakarlığı da, evvela kendisi gösteriyor ve her mes’elede olduğu gibi bu mes’elede de çıraklarına örnek oluyordu. İşte, en çarpıcı örneklerden bir tablo:

Gecenin yarısıydı. Açlık Allah Resûlü’nün bütün dermanını tüketmiş ve artık gözüne uyku da girmez olmuştu. Belki biraz uyuyabilseydi, açlığın o şiddetli ızdırabından geçici de olsa kurtulacaktı. Ne var ki açlık, O’nu terkedeceğe benzemiyordu. Evinden çıktı, bir tarafa doğru yürümeye başladı. Biraz sonra da bir karartı hissetti. Gelen biri vardı. Dikkatini oraya çevirdi.. tanımıştı... Bu hayatının hiçbir ânında O’ndan ayrılmayan insandı. Düşüncede, aksiyonda hep O’nunla beraber olmuşdu. Şimdi de gecenin yarısında, Medine’nin bu tenha köşesinde randevulaşmış gibiydiler. Gelen, Hz. Ebu Bekir (ra)’di ve Allah Resûlü, ona selâm verdi. Ardından da sordu: “Yâ Eba Bekir! Gecenin bu vaktinde seni dışarıya çıkaran nedir?” Ebu Bekir (ra), Allah Resûlü’nü görünce derdini unutuvermişti. Zaten o, hep öyle idi. Hani Mekke’de Allah Resûlü’nü kurtarmak için girdiği kavgada komalık olmuş.. bir gün baygın kalmış ve gözlerini ilk açtığında “Allah Resûlü’ne ne oldu?” diye sormuştu. Anası Ümmü Ümâre kızmış:. “Ölüyorsun; fakat hâlâ O’nu düşünüyorsun”449 demişti. O, bilmiyordu ki, Ebu Bekir (ra), O’nu düşünmediği zaman ölürdü. Çünkü Allah Resûlü, onun hayat kaynağıydı. İşte şimdi de O’ndan ayrı kalamamış ve bilemediği bir his, onu buraya kadar sürüklemişti. Sürüklemişti ve Resûlullah’ın sorusuna “Açlık” diye cevap veriyordu. “Evde yiyecek birşey bulamadım, gözüme uyku girmedi ve dışarıya çıktım.” Aynı dünya..!

Hemen ardından ekledi: “Anam babam Sana feda olsun Yâ Resûlallah, Sen niye çıktın?” Cevap aynıydı. Allah Resûlü de açlıktan dolayı çıkmıştı.

Tam bu esnada bir karartı daha belirdi. Belli ki bu uzun boylu, görkemli insan Ömer’di. Zaten, tablonun tamamlanması gerekiyordu. Allah Resûlü, sağ tarafına Hz. Ebu Bekir (ra)’i almıştı; ama, henüz sol tarafının her zamanki konuğu yoktu; sanki tabloyu yarım bırakmamak için o da koşup geliyordu. Evet gelen Hz. Ömer (ra)’di. Karşısında bu iki dostu görünce O da şaşırıp kalmıştı. Selam verdi, selamı alındı. Ve Söz Sultanı, Ömer (ra)’e de niçin çıktığını sordu. O da, aynı cevabı verdi: “Açlık, Ey Allah’ın Resûlü, açlık beni dışarıya çıkardı” dedi.

Efendimiz’in hatırına Ebu’l-Heysem (ra) geldi. Evi o taraflardaydı. İhtimal gündüz de onu bağında görmüştü. Hiç olmazsa onlara hurma ikram eder ve açlıklarını yatıştırırlardı. “Gelin Ebu’l-Heysem’e gidelim” dedi.

Ebu’l-Heysem (ra)’in evine vardılar. Ebu’l-Heysem (ra) ve hanımı, uyuyordu. Evde, bir de küçük bir çocukları vardı. Yaşı, beş veya altıydı. Önce kapıyı Hz. Ömer (ra) çaldı. O gür sesiyle “Ya Ebe’l-Heysem!” diye seslendi. Ne Ebu’l-Heysem (ra) ne de hanımı sesi duymadı. Fakat, yatağında mışıl mışıl uyuyan o yavru, birden yatağından fırladı, “Baba! kalk Ömer geldi” dedi. Ebu’l-Heysem (ra), çocuğunu rüya görüyor sandı. “Yat oğlum, gecenin yarısı, bu vakitte burada Ömer’in işi ne!” Çocuk yattı. Kapı açılmayınca, bu defa da o nârin sesli Ebû Bekir (ra), gelip seslendi: “Yâ Ebe’l-Heysem!” Çocuk yine fırladı, kalktı ve “Baba! Ebu Bekir geldi” diye bağırdı. Babası onu tekrar yatırdı. Fakat son gelen, sesi soluğu cenazeleri dahi dirilten Allah Resûlü’ydü. O, “Ya Ebe’l-Heysem!” diye seslenince, çocuk, artık yayından fırlayan bir ok olmuştu. Hem kapıya doğru koşuyor, hem de “Baba kalk, Resûlullah geldi!” diyordu. Ebu’l-Heysem (ra), neye uğradığını şaşırmıştı. Hemen kapıya koştu. Gözlerine inanamıyordu. Gecenin bu saatinde, hanesine, Sultanlar Sultanı nüzûl etmişti. Hemen onları içeri aldı. Gidip bir oğlak boğazladı. Bu şeref, insana hayatta belki bir kere nasip olurdu. Hayatının en mes’ûd anını yaşıyordu. Canını bile sofraya koysa azdı. Hurma getirdi, süt getirdi, et getirdi ve bu aziz misafirlerine ikram etti...

Açlıklarını bastıracak kadar yediler. Ardından da yine Allah Resûlü’nün gözleri dolu dolu oldu. Ve her hâdiseye ayrı bir buud ve derinlik kazandıran dudaklarından şu sözler döküldü:

“Allah’a kasem ederim, işte şu nimetlerden yarın hesaba çekileceksiniz.” Ardından da şu âyeti okudu: “O gün, muhakkak bütün nimetlerden hesaba çekileceksiniz”(Tekâsür, 102/8).

İşte O, hayatını bu kadar hassas ve bu kadar derin ölçüler içinde geçiren müstesna bir insandı. Böyle bir insanın hayatında inhiraf bulmaya çalışmak, ya garaz, ya da cehalettir.

Hz. Ömer (ra) O’na en yakın olanlardandı ve O’nun hayatının zühd yanını şöyle anlatıyordu: “Allah’a yemin ederim, ben, Resûlullah’ın, sabahtan akşama kadar kıvrandığını bilirim. Zira, hurmanın en kötüsü olan (dakal) denen hurmayı dahi bulup karnını doyuramıyordu.”

Halbuki O, kimden isteseydi, O’nun için en mükellef sofralar hazırlardı. Hem buna ne hacet? Kendisine gelen hediyeler, her gün O’na ve ailesine, müreffeh bir hayat yaşatacak ölçüdeydi. Ancak O, geleni dağıtıyor ve yarınlara birşey bırakmıyordu.

Kendisine, niçin dünya nimetlerinden istifade etmediği sorulunca da O, şöyle cevap veriyordu:“Dünya nimetlerinden istifadeyi nasıl düşünebilirim ki, İsrafil sûru eline almış, Cenâb-ı Hakk’ın emrini beklemektedir. Böyle bir durumda olan insan, gelişigüzel, dünya nimetlerinden nasıl istifade eder ki?”

ORUÇ, RÛHU GELİŞTİRİR

İnsanlarda rûh cesedin, cesed de rûhun rağmına gelişir. Rûhanî yönleri itibariyle gelişmek isteyenler, mutlaka oruç tutmalıdırlar. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Oruç tutmayanlar, cesedlerinin altında kalır ve hiçbir zaman tam olarak rûhanî olgunluğa ulaşamazlar.

ORUÇ, NEFSİ GEMLER

Nefsin gemlenmesi, frenlenmesi bakımından oruç, ciddi bir dinamiktir. Onun içindir ki, ehlullah sürekli riyazat yaparak rûhî formlarını korumaya çalışmışlardır. Hatta yogilerin aç-susuz durmakla rûhî güç ve kuvvetlerini kazandıkları hepimizin malumudur. Bazı mistiklerin nefislerine bir kısım eza ve cefa çektirmek suretiyle belli nisbette rûh yüceliğine ulaştıkları öteden beri bilinen bir vakıadır. Ama ne yoginin ne de mistiklerin ahiret adına elde edecekleri hiçbir şey yoktur. Zira aç ve susuz kalma ve riyazat yapma ancak ibadet niyetiyle yapılırsa bir değer ifade eder. Bu niyet Müslümanlıkta oruç şeklinde tecelli eder. Öbür türlü, insan, sadece harikulâde bazı hâllere mazhar olur ki, bu da kat’iyen gaye ve hedef değildir ve olmamalıdır da...

ORUCUN VEFA YÖNÜ

Oruç, vefa duygusunun tezahür ettiği en güzel bir ibadettir. Zira oruç, Allah ile kul arasında yapılmış bir ahiddir. Kul, belirli zaman dilimlerinde, belirli şeylerden vazgeçer ve bu hareketleriyle, ahdinde vefalı olduğunu gösterir. Aynı zamanda insan, tuttuğu oruçlarla vefa duygusunu öyle geliştirir ki, vefa onun ayrılmaz bir parçası hâline gelir. Bu durumu kazanan kimse, içtimaî, ailevî ve ferdî hayatında zamanla âdetâ “vefa”dan bir abide durumuna yükselir.

ORUÇ, VESVESEYE SED ÇEKER

Oruçla insan, nefsin kendisine fısıldamaya çalıştığı şeytanî vesveselerin önüne bir sed çeker.. derken zimamı eline alır ve nefsini yönlendirmeye çalışır. Zira o artık, yemeğe, kadına ve dünyaya karşı kapalı bir durumdadır.. ve bu sayede o, dünya adına gelecek baskılardan azade olarak, izzetli bir hayat yaşamaya namzet demektir ki, böyle birisi ise, Cenab-ı Hakk’ın hakiki mü’minleri şereflendirdiği izzet duygusunu yakalamış olur. “İzzet (üstünlük), ancak Allah’a, elçisine ve mü’minlere mahsustur.”

ORUÇLUNUN AĞIZ KOKUSU

Oruç tutanın ağız kokusu açlıktan kaynaklanır. Kıyamet günü Cenab-ı Hakk katında, bu kokunun miskten, anberden daha şirin ve daha enfes bir semereye vesile olacağına işâret buyurulmuştur. Melâike-i kiram, arş u ferşi çınlattıracak bir velvele içerisinde Allah’a karşı kulluk vazifesini yapmaktan hoşlandıkları gibi, hoşlandıkları birtakım kokular vardır. Onlar, gül kokusundan çiçek kokusuna, miskten anbere kadar bütün güzel kokulardan lezzet alırlar. Mele-i a’lâda güzel kokular sırlı hazineleri açan anahtar hükmündedir ve işte oruçlunun ağız kokusu da perde arkası dalga boyuyla bu güzel kokular cümlesindendir.

ORUÇ BEDENİ DİNLENDİRİR

Faaliyet içinde olan her makina bir müddet sonra bakıma ve dinlenmeye tâbi tutulmazsa, verimli çalışamaz. Aksine dinlendirilmediği takdirde ya makina tamamen harap olur ya da ömrü kısalır. Bir talebe, belirli bir süre tedrisat gördükten sonra dinlendirilir. Bir işçi sabahtan akşama kadar çalışabilir, gelir akşamleyin istirahata çekilir. Evet böyle bir mola ve dinlenme olmadan aynı tempoda çalışma ve hele semereli olma mümkün değildir.

İnsanın vücûdu da tıpkı bir fabrika gibi farzedilecekse, onun azaları o fabrikanın aletleri hükmündedir. Oruç ise, vücut fabrikasının dinlenmesine, eskimemesine ve mükemmel bir şekilde çalışmasına en önemli bir vesiledir. Oruçla, vücutta biriken zararlı yağlar, şişmanlık vesilesi fazla etler atılmış ve vücut belli ölçüde tutulmuş olur. Bugün şişmanlıktan dolayı şikayet eden ve buna çare arayan dünya kadar insan var.. ve bu şişmanlığın kanın deveranına, beynin yavaş çalışmasına sebep olduğu da yine erbabının kabul ettiği gerçeklerden. Bu itibarla, orucu, maddî-ma’nevî hem değişik dertlere çare, hem de sevap kazanmanın önemli bir vesilesi saymak mümkündür.

ORUÇ ŞEFAAT EDECEKTİR

Oruç kıyamet günü oruçlu için şefaat edecek ve Cenab-ı Hakk’a niyazda bulunarak: “Ya Rabbi! Ben onu gündüzleri yiyip içmekten ve zevklerinden alıkoydum. Bunun için onun hakkındaki şefaatimi kabul buyur” diyecektir.
ÇisiL isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla