Konu: Miraç
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 16.02.08, 21:39   #6 (permalink)
Kullanıcı Profili
tualim
Administrator
 
tualim - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Kullanıcı Bilgileri
Üyelik tarihi: Jan 2008
Mesajlar: 2.920
Konular: 3793
Puan Grafiği
Rep Puanı:22454
Rep Gücü:20
RD:tualim has a reputation beyond reputetualim has a reputation beyond reputetualim has a reputation beyond reputetualim has a reputation beyond reputetualim has a reputation beyond reputetualim has a reputation beyond reputetualim has a reputation beyond reputetualim has a reputation beyond reputetualim has a reputation beyond reputetualim has a reputation beyond reputetualim has a reputation beyond repute
Teşekkür

Ettiği Teşekkür: 125
207 Mesajına 2.102 Kere Teşekkür Edlidi
:
Arrow

“BİRİNCİ MEYVE

“Erkân-ı imâniyenin hakaikını göz ile görüp, melâikeyi, Cenneti, âhireti, hatta Zât-ı Zülcelâli göz ile müşahede etmek; kâinata ve beşere öyle bir hazine ve bir nur-u ezelî ve ebedî bir hediye getirmiştir ki: Şu kâinatı, perişan ve fâni ve karmakarışık bir vaziyet-i mevhûmeden çıkarıp, o nûr ve o meyve ile, o kâinatı; kudsî mektubat-ı Samedaniyye, güzel âyine-i cemâl-i Ehadiyye vaziyeti olan hakikatı göstermiş. Kâinatı ve bütün zîşuuru sevindirip mesrur etmiş. Hem o nûr ve o meyve ile beşeri; müşevveş, perişan, âciz, fakir, hâcâtı hadsiz, a’dâsı nihayetsiz ve fânî, bekasız bir vaziyet-i dalâletkâraneden o insanı o nûr, o meyve-i kudsiyye ile Ahsen-i Takvimde, bir mucize-i kudret-i Samedaniyyesi ve mektubat-ı Samedaniyyenin bir nüsha-i câmiası ve Sultan-ı Ezel ve Ebedin bir muhatabı, bir abd-i hassı, kemâlâtının istihsancısı, halîli ve cemâlinin hayretkârı, habibi ve Cennet-i bâkıyesine namzet bir misafir-i azîzi suret-i hakikîsinde göstermiş. İnsan olan bütün insanlara, nihayetsiz bir sürur, hadsiz bir şevk vermiştir.

“İKİNCİ MEYVE

“Sâni-i mevcudat ve sâhib-i kâinat ve Rabbü’l-âlemin olan Hâkim-i Ezel ve Ebedin marziyyat-ı Rabbâniyyesi olan İslâmiyetin, başta namaz esasatını, cin ve inse hediye getirmiştir ki: O marziyyatı anlamak, o kadar merak-âver ve saadet-âverdir ki, târif edilmez. Çünki: Herkes, büyükçe bir veliyy-i ni’met, yahut muhsin bir padişahının uzaktan arzularını anlamaya ne kadar arzukeş ve anlasa, ne kadar memnun olur. Temenni eder ki, ‘Keşki bir vasıta-i muhabere olsa idi, doğrudan doğruya o zât ile konuşsa idim. Benden ne istiyor, anlasa idim. Benden onun hoşuna gideni bilse idim’ der. Acaba bütün mevcudat, kabza-i tasarrufunda ve bütün mevcudattaki cemâl ve kemalât, onun cemâl ve kemâline nisbeten zayıf bir gölge ve her anda nihayetsiz cihetlerle Ona muhtaç ve nihayetsiz ihsanlarına mazhar olan beşer, ne derece Onun marziyyatını ve arzularını anlamak hususunda hahişger ve merak-âver olması lâzım olduğunu anlarsın.

“İşte zât-ı Ahmediye (a.s.m.) yetmiş bin perde arkasında O Sultan-ı Ezel ve Ebedin marziyyatını doğrudan doğruya Mi’rac semeresi olarak hakkalyakîn işitip, getirip beşere hediye etmiştir.

“Evet, beşer, kamerdeki hâli anlamak için ne kadar merak eder ki: Biri gidip, dönüp haber verse. Hem ne kadar fedakârlık gösterir. Eğer anlasa, ne kadar hayret ve meraka düşer. Halbuki kamer, öyle bir Mâlikü’l-Mülk’ün memleketinde geziyor ki: Kamer, bir sinek gibi küre-i arzın etrafında pervaz eder. Küre-i arz, pervane gibi şemsin etrafında uçar. Şems, binler lâmbalar içinde bir lâmbadır ki: O Mâlikü’l-Mülk-i Zülcelâl’in bir misafirhanesinde mumdarlık eder. İşte zât-ı Ahmediye (a.s.m.), öyle bir zât-ı Zülcelâl’in şuunatını ve acâib-i san’atını ve âlem-i bekada hazain-i rahmetini görmüş, gelmiş beşere söylemiş. İşte beşer, bu zâtı, kemâl-i merak ve hayret ve muhabbetle dinlemezse, ne kadar hilâf-ı akıl ve hikmetle hareket ettiğini anlarsın.

“ÜÇÜNCÜ MEYVE

“Saadet-i Ebediyenin definesini görüp, anahtarını alıp getirmiş; cin ve inse hediye etmiştir. Evet, Mir’ac vasıtasiyle ve kendi gözüyle Cenneti görmüş ve Rahmân-ı Zülcelâl’in rahmetinin bâkî cilvelerini müşahede etmiş ve saadet-i ebediyeyi katiyyen hakkalyakîn anlamış ve saadet-i ebediyenin vücudunun müjdesini cin ve inse hediye etmiştir ki: Bîçâre cin ve ins, kararsız bir dünyada ve zelzele-i zevâl ve firak içindeki mevcudatı, seyl-i zaman ve harekât-ı zerrat ile adem ve firak-ı ebedî denizine döküldüğü olan vaziyet-i mevhume-i canhıraşanede oldukları hengâmda; şöyle bir müjde, ne kadar kıymettar olduğu ve idam-ı ebedî ile kendilerini mahkûm zanneden fâni cin ve insin kulağında öyle bir müjde, ne kadar saadet-âver olduğu târif edilmez. Bir adama, idam edileceği anda, onun affıyla kurb-u şâhânede bir saray verilse, ne kadar sürura sebeptir. Bütün cin ve ins adedince böyle sürurları topla, sonra bu müjdeye kıymet ver.

“DÖRDÜNCÜ MEYVE

“Rü’yet-i Cemâlûllah meyvesini kendi aldığı gibi, o meyvenin her mü’mine dahi mümkün olduğunu, cin ve inse hediye getirmiştir ki, o meyve, ne derece leziz ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu bununla kıyas edebilirsin. Yâni; her kalb sahibi bir insan; zîcemâl, zîkemâl, zîihsan bir zâtı sever. Ve o sevmek dahi, cemâl ve kemâl ve ihsanın derecatına nisbeten tezayüd der, pereştiş derecesine gelir, canını feda eder derecede muhabbet bağlar. Yalnız bir defa görmesine, dünyasını feda etmek derecesine çıkar. Halbuki; bütün mevcudattaki cemâl ve kemâl ve ihsan, Onun cemâl ve kemâl ve ihsanına nisbeten, küçük birkaç lemaatın güneşe nisbeti gibi de olmaz. Demek nihayetsiz bir muhabbete lâyık ve nihayetsiz rü’yete ve nihayetsiz bir iştiyâka elyak bir Zât-ı zülcelâli ve’l-kemâlin saadet-i ebediyede rü’yetine muvaffak olması ne kadar saadet-âver ve medar-ı sürur ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu insan isen anlarsın.

“BEŞİNCİ MEYVE

“İnsan, kâinatın kıymettar bir meyvesi ve Sânî-i kâinatın nâzdar sevgilisi olduğu, Mi’rac ile anlaşılmış ve o meyveyi, cin ve inse getirmiştir. Küçük bir mahlûk, zayıf bir hayvan ve âciz bir zîşuur olan insanı, o meyve ile o kadar yüksek bir makama çıkarır ki; kâinatın bütün mevcudatı üstünde bir makam-ı fahr veriyor. Ve öyle bir sevinç ve sürur-u mes’udiyetkârane veriyor ki, tasvir edilmez. Çünki; âdi bir nefere denilse, ‘Sen, müşir oldun.’ Ne kadar memnun olur. Halbuki; fânî, âciz bir hayvan-ı nâtık, zevâl ve firak silsilesini daima yiyen bîçâre insana, birden ebedî, bâki bir Cennette, Rahîm ve Kerim bir Rahmanın rahmetinde ve hayal sür’atinde, ruhun vüs’atinde, aklın cevelânında, kalbin bütün arzularında, mülk ve melekûtunda tenezzühe, seyerana ve cevelâna muvaffak olduğun gibi, saadet-i ebediyede rü’yet-i cemâline de muvaffak olursun, denildiği vakit, insaniyeti sukut etmemiş bir insan, ne kadar derin ve ciddi bir sevinç ve sürûru kalbinde hissedeceğini tahayyül edebilirsin. Sana iki küçük temsil ile bir-iki meyvenin derece-i kıymetini göstereceğiz.

“Meselâ: Senin ile biz beraber bir memlekette bulunuyoruz. Görüyoruz ki; her şey bize ve birbirine düşman ve bize yabancı… Her taraf müthiş cenazelerle dolu… İşitilen sesler yetimlerin ağlayışı, mazlumların vaveylâsıdır. İşte biz, şöyle bir vaziyette olduğumuz vakitte; biri gitse, o memleketin padişahından bir müjde getirse; o müjde ile, bize yabancı olanlar ahbap şekline girse. Düşman gördüğümüz kimseler, kardeşler suretine dönse, o müthiş cenazeler, huşû ve huzûda, zikir ve tesbihte birer ibadetkâr şeklinde görünse. O yetimâne ağlayışlar, senakârane ‘yaşasınlar’ hükmüne girse. Ve o ölümler ve o soymaklar, garâtlar; terhisat sûretine dönse. Kendi sûrurumuz ile beraber, herkesin süruruna müşterek olsak; o müjde ne kadar mesrurane olduğunu elbette anlarsın. İşte Mi’rac-ı Ahmediye’nin (a.s.m.) bir meyvesi olan nur-u îmândan evvel şu kâinatın mevcudatı, nazar-ı dalâletle bakıldığı vakit; yabancı, muzır, müz’iç, muvahhiş ve dağ gibi cirmler birer müthiş cenaze; ecel herkesin başını kesip ademâbâd kuyusuna atar. Bütün sadalar, firak ve zevalden gelen vaveylâlar olduğu halde, dalâletin öyle tasvir ettiği hengâmda; meyve-i Mi’rac olan hakaik-ı erkân-ı îmâniye nasıl mevcudatı sana kardeş, dost ve Sâni-i Zülcelâline zâkir ve müsebbih; ve mevt ve zeval, bir nevi terhis ve vazifeden âzâd etmek; ve sadalar, birer tesbihat hakikatında olduğunu sana gösterir.

“İkinci temsil: Senin ile biz, sahra-yı kebir gibi bir mevkideyiz. Kum denizi fırtınasında, gece o kadar karanlık olduğundan, elimizi bile göremiyoruz. Kimsesiz, hâmisiz, aç ve susuz, me’yus ve ümitsiz bir vaziyette olduğumuz dakikada, birden bir zât, o karanlık perdesinden geçip, sonra gelip, bir otomobil hediye getirse ve bizi bindirse, birden cennet-misâl bir yerde istikbalimiz te’min edilmiş, gayet merhametkâr bir hâmimiz bulunmuş, yiyecek ve içecek ihzar edilmiş bir yerde bizi koysa; ne kadar memnun oluruz, bilirsin.

“İşte o sahra-yı kebir, bu dünya yüzüdür. O kum denizi, bu hâdisat içinde harekât-ı zerrat ve seyl-i zaman tahrikiyle çalkanan mevcudat ve bîçâre insandır. Her insan, endişesiyle kalbi dâğdâr olan istikbali; müdhiş zulümat içinde, nazar-ı dalâletle görüyor. Feryadını işittirecek kimseyi bilmiyor. Nihayetsiz aç, nihayetsiz susuzdur. İşte, semere-i Mi’rac olan marziyyat-ı İlâhiyye ile şu dünya, gayet kerîm bir Zâtın misafirhanesi, insanlar dahi, onun misafirleri, me’murları, istikbal dahi, cennet gibi güzel, rahmet gibi şirin ve saadet-i ebediye gibi parlak göründüğü vakit; ne kadar hoş, güzel, şirin bir meyve olduğunu anlarsın…”1
--------------Tualimforum İmzam--------------
TUALİM



Tualimforum kurallarını okuyunuz Lütfen.
Forum kullanımı hakkında bilgi için TIKLAYINIZ%TIKLAYINIZ.
Soru ve sorunlarınızı BURADAN bize yazabilirsiniz.
Kurallara uymayan kişilerin tualimforum'a girişleri yasaklanacaktır.
Lütfen imzanıza site adı, link içeren resimler koymayınız sorgusuz silinecektir.
tualim isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla