Konu: Mel gibson
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 17.02.10, 18:09   #1 (permalink)
Kullanıcı Profili
Jaguar
Moderator
 
Jaguar - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Kullanıcı Bilgileri
Üyelik tarihi: Jan 2008
Mesajlar: 1.257
Konular: 1228
Puan Grafiği
Rep Puanı:4393
Rep Gücü:61
RD:Jaguar has a reputation beyond reputeJaguar has a reputation beyond reputeJaguar has a reputation beyond reputeJaguar has a reputation beyond reputeJaguar has a reputation beyond reputeJaguar has a reputation beyond reputeJaguar has a reputation beyond reputeJaguar has a reputation beyond reputeJaguar has a reputation beyond reputeJaguar has a reputation beyond reputeJaguar has a reputation beyond repute
Teşekkür

Ettiği Teşekkür: 0
196 Mesajına 334 Kere Teşekkür Edlidi
:
icon Mel gibson

İntikam Peşinde

Öktem Başol Hoca ile Sine-Kritik'te bu hafta İntikam Peşinde ile karşınızdayız.

Ali Buhara Mete: Martin Campbell’in yönettiği ve Mel Gibson, Danny Huston, Ray Winstone ile Shawn Roberts’ın oynadığı İntikam Peşinde (Edge Of Darkness), Pinema Film tarafından vizyona çıkarılıyor. İntikam Peşinde 20 yıl önce BBC’de çekilmiş mini diziden uyarlanmış bir senaryo. Troy Kennedy’nin yazdığı mini televizyon dizisinin orjinaline dayanan filmin senaryosu Oscar ödüllü senarist William Monahan (The Departed) ve Andrew Bovell (‘Lantana’) tarafından yazılmıştır. Filmin yönetmeni Martin Campbell filmin senaristi için ‘Bill harika bir diyalog yazarı ve çok güçlü bir karaktere sahip, bir komplo bakış açısından, senaryo üzerinde yeniden çalıştı ve bu da diziyle film arasındaki en büyük farklılığı ortaya çıkardı’ diyor. Siz senaristik açıdan İntikam Peşinde’yi nasıl buldunuz?

Öktem Başol: İntikam Peşinde’nin senaristi Monahan Kingdom of Heaven’ın senaristi. Her şeyden önce Kingdom of Heaven’da da bu filmde de Amerika’nın temsil ettiği değerlerin karşısındalar. Çok alakasız gibi görünüyorlar ama haçlı seferleri gibi Batı'nın temsil ettiği şeylere duyarsız olmayan bir senarist görüyoruz. Kendi kültürünü reddetmeyen ama karşıdaki değerlere de duyarlı. Kingdom of Heaven'da, Selahattin Eyyübi gerçek karakterine uyan objektif bir tiplemeydi.

ABD'ye karşı eleştirel bir film



























A.B.M: Zaten senarist de bir Boston’lu ve oranın tarihini bildiği için o dönemi yansıtabilmesi ve mekanları kullanmak adına biçilmiş bir kaftan olarak görülüyor yönetmen tarafından.

Ö.B: Boston’ı gerçekten çok iyi kullanmış. Massachusetts eyaleti ile ilgili bazı laflar var. Massachusetts'de hiçbir şey yasal değildir. Herşey illegaldir, daha doğrusu yasal olmayan hiçbirşeyi yapamazsın gibi bir laf var. O da Boston’a göderme yapıyor, bütün görsel etkisi dışında bu tip şeyleri de kullanıyor. Monahan ile ilgili söylemek istediğim Amerikan değerlerine karşı bir film yapıyor olması. Çok film seyreden biri olarak 2000’den önce bu tip filmler çok az hatırlıyorum. Yani doğrudan saldıran veya kendi iç meselelerini savunan, kendi göçmenlerinin hakkını savunan anlamında söylemiyorum. Özellikle Amerika'nın dünyaya uyguladığı nükleer savaş politikası veya başka politikalara karşı içten filmlerin yapılması son 2000’li yılların sonrasında gördüğüm şeyler. Bu filmde bir şirketin nükleer planlarından bahsediyor. Başta nükleer karşıtı bir film olduğunu düşünüyorsunuz ama çok daha ilginç bir şey var şirket nükleer silahlarını başka bir ülkeye pazarlamak için başka bir ülkenin pazarı için üretiyor ve daha sonra belki o ülke nükleer silah bulundurmaktan dolayı Amerika tarafından suçlanacak. Aslında, o silahları Amerika veriyor onlara... Esas filmin söylemek istediği şey bu. Böyle bir komplonun da tabi herhangi bir basit Boston’lu bir polis tarafından ortaya çıkarılması Amerikan rüyası tabi ama bu bile hoş bir şey.

Diyaloglar filmin süsüdür

A.B.M: Zaten senarist de 'Bu olaylar benim başıma gelseydi ne yapardım ne tepki verirdim' gibi durumları düşünerek yazdığını söylemiş. Peki filmdeki diyalogları nasıl buldunuz?

Ö.B: Ben diyalogları iyi buldum fakat senaristik açıdan söylemem gereken bir şey var: Diyaloglar filmin süsüdür. Film yapıldıktan sonra film kötüyse diyaloglar istediği kadar iyi olsun film de kötüdür, film iyiyse diyalogların iyi olması filmin süsü olur yani pastanın üstündeki vişne olur. O yüzden filmin kendi içerisinde senaryosu, dengesi çok iyiydi. Benim en sevdiğim sahne filmdeki ilk sekanstı. Çünkü orada çok uzun zamandır görmediğim, kırmızı ringa kullanımı var. Kırmızı ringa kullanımı seyriciyi bir şeye doğru getirmek ve sonra arkadan vurmak demek. Kızın vurulduğu sahnede hiç kimse kızın vurulacağını beklemiyor. Öyle bir adamın çıkacağını beklemiyorsun. Fakat öyle bir adamın çıkacağını beklememekten daha ilginç bir durum var orada. Birden bir adam çıksa ve vursa tamam bu bir sürpriz. Ama esas da önemlisi kızın birşeyi olduğunu hissettirdikten sonra o adamın çıkması ve o adamın adamın ismini söyleyerek vurması. Aslında biz, bu kızın nesi vara doğru giderken kız gidiyor. Dolayısıyla alakasız bir durum. Orada çözülecek olan iki tane enigma var güzel taraf o. Çünkü, sadece kız vurulsa orada çözülecek olan enigma, 'kızı kim vurdu'. Şimdi filmin ilk sekansından sonra çözülecek olan enigma, 'kızın nesi vardı, kızı kim vurdu'. Esas güzel olan şey bu. Bunu oturtmak bir senarist için önemli. Çünkü araştırmayı iki yönlü yürütebiliyorsunuz o zaman.

A.B.M: Bir sahnede de kız öldükten sonra bir kız arkadaşı geliyordu Craven'ın yanına... Ağlıyordu, yardım etmek istiyordu derken hiç beklemediğimiz bir anda araba hızla çarpmasıyla ölüyordu. Filmin çarpıcı sahnelerinden birisiydi... Dediğiniz manada bir sürpriz değil ama bir şekilde bu şokları kısa ve sert bir şekilde uygulamışlar.

Ö.B: O kızın araba tarafından vurulmasını biraz bekliyorsun aslında.

Mel Gibson'ın dönüşü muhteşemdi...

A.B.M: Aslında çok fazla beklediğin için bu olmayacak herhalde diyorsun. Kızın stres ve paniği çok açık şekilde verildiği için tam başka bir şey olacak dediğin anda beklediğin şeyi görüyorsun. Mel Gibson oynadığı rolde kendisini en çok zorlayan şeyin ‘dinginlik’ olduğunu söylüyor. ‘ Dinginlik bana her zaman yabancı bir duygu olmuştur. Ama adam çok dingin biri. Kendimi dizginlemeye çok çalıştım çünkü adam çok içine kapanık biri.’ Filmin dış basındaki yansımalarına baktığımda eleştirmenlerin yüzde doksanı filmden çok Mel Gibson’ın kalbe dokunan performansına odaklanmışlar. Yapımcı ve yönetmen de bu ağırbaşlı rolü en iyi oynayacak kişinin Mel Gibson olduğunu düşünmüş. Karakter ve duygu ekseninde dönen bir film olması şüphesiz oyuncu seçimini çok önemli kılıyor. Siz 8 yıl aradan sonra Mel Gibson’ın Beyazperde'ye oyuncu olarak dönüşünü nasıl buldunuz?

Ö.B: Filmin ilk sekansından sonra ben ağladım. O ağlamayı yaratan birkaç şey var. Yani filmi seyrederken ben asla bir senaryo doktoru olarak seyretmiyorum. Filmi beş yaşındaki bir çocuk olarak seyrediyorum. Karşımda film var; ben ağlıyorum, gülüyorum, bağırıyorum ve içimdeki bütün heyecanları yaşıyorum. Filmi seyrettikten sonra yorumlayabiliyorum ben niye ağladım ben niye güldüm diye. İlk sekansın sonrasında orada ağlamamızın birkaç nedeni var. Birincisi, bir adamın kendi kızının vurulmasına gerçekten üzülmesi için seyircinin kızla adamın arasındaki ilişkisini görmen lazım. Buna çift aşamalı çatışma diyoruz. Adamın yaşadığı çatışmayı görmen için, kim olursa olsun. Bir adamın filmin ilk sahnesinde karısını, kızını, annesini veya babasını kaybetmesi çok çarpıcı olabilir, bizi üzebilir ama hiç bu kadar üzmeyecektir. Çünkü o ilk sekansta aralarında bir konuşma var. Adam kıza diyor ki erkek arkadaşın mı diyor, kız hayır diyor. Senin var mı arkadaşın, benim belki uzaklarda bir sevgiilim olabilir diyor.

A.B.M: Benim sevgilim sensin diyor babası..

Ö.B: Aynen öyle... Aralarında ufak ama tatlı bir atışma geçiyor. Hatta kızı, adamın başka bir yerde sevgilisi olması lafından sonra adama biraz da kinayeyle bakarken görüyoruz. Yani aralarındaki ilişkiyi ve sevgiyi algılayabiliyoruz. Bir insanla diğer insan arasındaki (baba-kız ana-oğul olabilir bunlar) sevgiyi algılayabilmemizin en iyi yolu karşılıklı olarak içteki duygularını çıkaracakları kinayeli küçük atışmalardan geçer. Hiçbir zaman birbirine seni seviyorum diyen insanların sevgisine inanmayız. Filmde inanmamızın yolu senin sevgilin var mı gibi küçük atışmalardır. Oradaki o sahneden sonra kızın ölmesi bizi üzüyor. Çatışma öncesini hazırladık, bir de çatışma sahnesi var. Adamın kızı ölüyor neyi görmemiz lazım adamın reaksiyonunu görmemiz lazım seyirci olarak. Benim o adam kızı öldüğünde nasıl olduğunu görmem lazım çünkü seyirci olarak ben kendimi çok kötü hissediyorum ve benim o adamla o kötülüğü yaşamam lazım. Nasıl davranıyor ne yapıyor? Başına gelse ne yaparsın? İşte aktörün ne olduğu orada ortaya çıkıyor. Herkes sarılır, herkes ağlar.. Olay o! Orada dua ediyor. Adamın içini anlıyorsun, geçmişini anlıyorsun bir kere. Ve ağlayamıyor hemen. Çünkü kızı öldüğünü anladıktan sonra bir süre kızla sallanıyor ve dua ediyor. Ve gayet inanıyorsun o duaya.

A.B.M: Bu adam sıkı Katolik mi diyorsun

Ö.B:
Sıkı Katolik değil işte günlük adamın durumunu anlıyorsun. O sahneyi gördükten sonra adamın sürekli kiliseye giden bir adam olduğuna inanmadım.

A.B.M: Hayata bakışını anlıyorsun

Ö.B: Hayata bakışını anlıyorsun. Yani ilk verdiği reaksiyon o çünkü. Orada seyiricinin ilk düşündüğü şey benim başıma gelse ne olurdu.

A.B.M: Farkında olmadan bir çok şeyi algılamamızı sağlıyor seyirci olarak. Dua ederken esasında bir çok şeyin alt yapısını oluşturuyor.

Ö.B: Evet... Mel Gibson orada çok başarılıydı.



























A.B.M: Yönetmen Campbell'ın filme yaptığı en önemli vurgulardan bir tanesi de gerçekçilik. Yaratıcı ekibinden en büyük talebi filmin gerçekçi olmasıymış. Yönetmen şöyle anlatmış, 'Filmdeki gerçekçilik kesinlikle önemliydi. Emma öldüğünde, gerçek adli tıp memurları, gerçek polisler falan getirdik. Bu filmdeki aksiyon gerçekten bir ilişki hikâyesinin temeline dayalı, bu nedenle esas olan her şeyi gerçekçi bir havada vermekti. O yüzden, stil olarak çok basit, son derece açık bir şekilde çektik, hiç gösterişli veya hileli bir çekim yapmadık' diye anlatıyor yönetmen. Siz bu noktada filmi nasıl buldunuz? Gösterilen bu özenin seyir olarak yeterince verilebilmiş mi?

Ö.B: Yansımış ama filmin entrikası işin içine girdiğinde, filmin olay örgüsü oluştuğunda şirketin kendi aralarında yaptığı görüşmeler, senatör işin içine girdiğinde Mel Gibson’ı ayrı tutarsak çok da bana gerçekçi gelmedi. Orada oynayan karakterin performanslarından bahsedersem; herhangi bir Amerikan filminden farklı gelmedi. Şirketin başındaki adamın performansı kötüydü.

A.B.M: Filmin görüntü yönetmeni Phil Meheux, 'Bir görüntü yönetmeninin görevlerinden biri, her sahnede duygusal yönden ilginç olanı vurgulamaktır. Işık bu vurgulamayı yapma yollarımızdan biriydi. Buna örnek olarak film boyunca Craven'ın mutfağını ve kızının dairesini veriyor. Craven'ın karakoldan izin alarak ayrılmasıyla, kendi mutfağı ve kızının dairesi operasyon bölgelerine dönüşüyor. Filmin başında burada daha çok ışık var ama hikâye ilerledikçe ve Emma'nın hayatı ve ölümüyle ilgili öğrendiklerimiz neticesinde, gittikçe daha da karanlık oluyor, bu setlerde her seferinde daha az ışık oluyor. Vasat bir sinema seyircisinin bunu bilinçli olarak fark edeceğini sanmıyorum ama duygusal olarak bunu hissedecektir' demiş. Sizce seyirci bunu duygusal olarak hissediyor mu? Ve sinemadaki sembol ve bu tip kullanımları nasıl buluyorsunuz? Senaryo kitabınızda da bahsetmiştiniz…

Ö.B: Sembolü tematik anlamda kullanıştım. Buradaki renk kullanımı bana, sahnelere göre değişik geldi. Her sahnede daha farklı bir renk kullanımı vardı ama benim özellikle vurgulamak istediğim ilk sekanstaki kırçıllı kara sarı renk ve yağmurun yağması filmin o kara girişine, o ruhsal durumumuza çok uygun bir şey. Bu tabi her zaman tutturula bilinemiyor. Bazen son derece sübjektif kalıyor.
60 dakika Craven'ın polisliğini görmüyoruz

A.B.M: Mimik ve ifadeleri geri plana düşmemesi için beyaz renklerden özellikle kaçınmışlar. Oscar ödüllü Emma Hemming kostümlerle ilgili çok ciddi bir çalışma yapmış. 25 tane sıradan bir pardösü kullanılmış o karakterin gerçekçi görünmesi için. O pardösü sürekli olaylar geliştikçe Craven'la birlikte yıpranmaya başlamış. Özellikle Mel Gibson’ı yakışıklı göstermekten kaçınmış. Kumsaldaki sekansta mavi gömlek kullandığı çok pişman olmuş. Bir anda Mel Gibson'un gözleri ve tipi ortaya çıkmış. Bir de takım elbise giydirecekleri zaman çok zorlanmış. 95 dolarlık bir takım elbise almış ve onda bile çok yakışıklı, istediğim gibi olmadı demiş.

Ö.B: Evet, Mel Gibson senatörün yanına gittiği sahnede dikkat ettiysen kontrast oluşturuyor sahnede. Baya hoş, zarif bir adam haline gelmişti o sahnede. Senatörden farklı görünmüyordu orada. Finansal olarak senatörden çok daha düşük bir adam. Orada biraz daha ona bastırması gerekiyordu. Fakat Mel Gibson’ın giysi seçimlerini çok beğendim, polisin giymesi gereken giysilerdi. Filmde çok ilginç bulduğum bir şey var. Mel Gibson’ın polisliği filmde 65. Dakikaya kadar hiç vurgulanmıyor.

A.B.M: İdealist bir polis olduğunu ilk sahnelerde algılıyoruz aslında. Aralarında geçen diyalogda...

Ö.B: Ama kastettiğim o değil. Yoksa biz filmin ilk sahnesinde de anlıyoruz. Orada çanak gibi şeyi açıyor orada polis rozeti, silahı var sonra idealist polis olduğunu anlıyoruz diyaloglarla. Fakat bu adamı mesleği başında görmek lafla değil. Sadece bir sahne var o da iki tane adama arkadan çarpıp geri geri giderek kimliğini gösterip adamları tutuklattığı sahne. O sahne dışında adamı filmin başında mesleki olarak gördüğümüz bir yer yok. Bu enteresan aslında çünkü ne kimlik kullanıyor ne de silahlı bir eylem yapıyor. Genellikle Amerikan polis filmlerinde durmadan silah çeker adam. Genç adamı ilk gördüğü yere giderken de silaha davranmıyor. Adam bıçakla saldırıyor ve kavga ediyorlar.

A.B.M: O adamı öldürmek istemediğinden olabilir mi?

Ö.B: Evet tamam ama senarist yapabilir senaristin elinde her şey. Tak diye silahı çıkarır adamın burnuna sokar seni öldürmeyeceğim der... Ama silahla temsil ettiği üstünlüğü vurgulamıyor orada. Polisliğini hiç vurgulamıyor. Dolayısıyla o da enteresan bir çalışma. Adamın polisliği veya mesleği tamamen görsel olarak vurgulanmış yani normalize edilmeye çalışılmış. . Ama 6o dakika bunu vurgulamamaya çalışmış. Vurguladığı sahnede çok işlevsel bir sahne. İki adam takip ederken arabayla arkadan vuruyorı ve sonra da polis kimliğini gösterip iki tane polise adamları tutuklattırıyor. O sahneden önce 60 dakika filmde polisliğini görsel olarak vurgulayacak bir şey yok.

A.B.M: Daha çok baba tarafını görüyoruz

Ö.B: Tabii... Bir de günlük.

A.B.M: Zaten polislik durumunu da bırakıp kendi başına hareket ediyor.

Ö.B: Ama bırakmıyor polisliği

A.B.M: Evet bırakamıyor ama adaleti farklı bir metotla sağlamaya çalışıyor.

Ö.B: Evet ama çıkmayadabilir. Ben polisim seni şöyle yaparım böyle yaparım demiyor. En azından senarist onu vurgulamıyor. Onu demin senin dediğin özelliklerle vurgulamışlar, giysisiyle hareketleriyle, o rezerve çok fazla açık olmayan tavrıyla.



























Filmde 2 önemli hata var

A.B.M: Northmoore'un sahibini ilk yakaladığı sahne var filmin ortasında onu orada da öldürebilir

Ö.B: İki tane sahne var zaten beni rahatsız eden. Adamı yakaladığı ve tehdit ettiği sahne çok erken geliyor. Bu tipik Amerikan filmlerinde

A.B.M: Bu kadar kolay ulaşamazsın

Ö.B: Diğer Amerikan filmlerindeki cengâverliği bir anlamda tekrar etmiş ve yanlış yapmış. Filmde ilk sorun bu ve ikinci sorunda gençlerin mensup olduğu örgütün başındaki yaşlı adamı yakaladığında sonunu vermiyor. Adamı yakalıyor dövüyor ve adamla olan ilişkisini görmüyoruz. Yaşlı bir adam...

A.B.M: Evet o sahnenin devamı yok yarım kalmış. Çok da komik bir sahne aslında

Ö.B: Fakat sonrası yok...

A.B.M: Çıksa olabilecek bir sahne değil mi?

Ö.B: Evet çıksa olabilir ya da çıkmayacaksa sonrasını görmem lazım benim. Dolayısıyla orada bir hata var. Onun da ötesinde filmde kreşendo hatası var, film çabuk yükseliyor keskin iniyor ve sonra tekrar yavaş yavaş yükselmeye başlıyor. Bu doğru bir kreşendo değil. Dramatik kreşendo yavaş yavaş yükselip inen ve her yükselişinde bir öncekinden daha yükseğe çıkan bir kreşendo ilerleyişidir. Filmde ciddi anlamda bir kreşendo hatası vardır. Kurguya baktığında bir karakter eğer son ulaşması gereken bir karakter filmin ortasında ulaşıp kendi isteğiyle bırakıyorsa burada bir kreşendo hatası vardır.

A.B.M: Orada işin aslını öğrenmek için öldürmemiş olabilir mi?

Ö.B: Benim duymam lazım onu seyirci olarak.





















'Az aksiyon sahnesiyle polisiye film yapılabilir'

A.B.M: Aksiyon sahneleri filmi gösterişli kılmaktan çok hikâye anlatımı için kullanılmış. Atlama zıplama sahneleri çok fazla yok. Bu anlamda dramatik yanı aksiyon yanına göre daha mı ağır basıyor sizce?

Ö.B: Filmin drama yanında demin dediğimiz kreşendo yönünde aksaklıklar olması ve çok iyi ilerlememesi. Bu kötü bir senaryo anlamına gelmiyor. Yanlış anlaşılma olmasın. Sadece bazen puzzle yaparken bazı parçalar farklı yerlerde olur ya onun gibi. Filmdeki dramatik kreşendo birazcık ters kurulmuş. Filmin gösteri sahnelerine gelince çok fazla olması, uzun tutulması çok da önemli değil. Gösteri sahneleri herhangi bir sanat eserine baktığımız yerler. Adrenalini yükselten ama mutlaka dramatik bir nedene bağlı olması gereken sahneler. Dolayısıyla filmde bir tane kovalama sahnesi var onun dışında sürpriz öldürmeleri saymazsan başka aksiyon sahnesi yok. Dramatik aksaklığı saymazsak bir eksiklik yok. İki hafta evvel Ejder Kapanı'ndan konuşurken de bahsettik aksiyon sahnesi illa polisiye filme gereklidir diye bir kural yok. Hiç aksiyon sahnesi olmadan veya çok az aksiyon sahnesi kurarak çok iyi bir polisiye yapabiliriz.

A.B.M: Okuyucularımıza filme gitmelerini önerir misiniz?

Ö.B: Ben filmi özellikle görmelerini tavsiye ediyorum. Bir yandan Amerikan değerlerini sorgulamaya alan bir yandan da duygusal olarak bir aile hikayesini birleştiren bir Amerikan filmi çok bulunmuyor. Bu yüzden mutlaka izlemelerini tavsiye ederim.

Ropörtaj: Ali Buhara METE
Senaryo Doktoru: Öktem BAŞOL

İntikam Peşinde Fragmanı



--------------Tualimforum İmzam--------------

jaguar
Jaguar isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla