Tekil Mesaj gösterimi
Alt 30.10.08, 19:45   #2 (permalink)
Kullanıcı Profili
AnGeL
Delta Üye
Kullanıcı Bilgileri
Üyelik tarihi: Aug 2008
Nerden: Konya
Mesajlar: 833
Konular: 724
Puan Grafiği
Rep Puanı:1364
Rep Gücü:0
RD:AnGeL has much to be proud ofAnGeL has much to be proud ofAnGeL has much to be proud ofAnGeL has much to be proud ofAnGeL has much to be proud ofAnGeL has much to be proud ofAnGeL has much to be proud ofAnGeL has much to be proud ofAnGeL has much to be proud ofAnGeL has much to be proud of
Teşekkür

Ettiği Teşekkür: 16
29 Mesajına 34 Kere Teşekkür Edlidi
:
Standart

II Çiftçinin kızı. Yazarı pazara, oradan da başkente götürüyorlar; bu yolculuğu üzerine verdiği ayrıntılı bilgi. Hanımımın dokuz yaşlarında bir kızı vardı; yaşına göre çok akıllı, iğne işlerinde çok ustaydı; bebeğini giydirmede de çok becerikliydi. Gece yatmam için, annesiyle birlikte bebeğinin beşiğini kurmuştu. Beşiği, küçük bir konsol gözüne koydular; gözü de, farelerden uzak olması için, tavana asılı bir rafa yerleştirdiler. Bu evde kaldığım sürece hep burada yattım. Dillerini öğrendikçe de isteklerimi anlatabiliyor, rahat ediyordum. Bu genç kız o kadar becerikliydi ki, birkaç kez önünde giysilerimi çıkardıktan sonra, beni giydirip soymayı öğrenmişti, fakat izin verdiği zamanlar, onu bu sıkıntıya sokmazdım. Bulabildiği en ince bezlerle bana yedi gömlek ve başka çamaşırlar dikti: bunlar, çuval bezinden daha kabaydı; çamaşırlarımı hep kendi eliyle yıkardı. Bu küçük kız bana dillerini de öğretiyordu: ben bir şeye işaret eder, o da bunun kendi dillerindeki adını söylerdi; böylece, birkaç gün içinde, istediğim şeyleri adlarıyla söyleyebildim. Çok uysal huylu bir kızdı; boyu, kırk ayaktan biraz uzundu ki, yaşına göre kısa sayılırdı. Bana Grildrig adını taktı; bütün ev halkı, sonra da bütün ülke beni bu adla çağırdı. Bu sözcüğün Latince karşılığı Nanunculus, İtalyanca karşılığı da Homunceletino'dur; manken demektir. Bu ülkede yaşayabildiysem, bunu, tümüyle bu kıza borçluyum; buradayken yanından hiç ayrılmadım; onu Glumdalclitchim, yani küçük dadım diye çağırırdım. Bana göstermiş olduğu özen ve şefkati böylece belirtmeyi unutmuş olsaydım, çok iyilik bilmezlik etmiş olurdum. Keşke elimde olsaydı da, ona olan borcumu hak ettiği gibi ödeyebilseydim; oysa korktuğum başıma geldi: hiç suçum olmadığı halde, zavallı kızın gözden düşmesine neden oldum. Efendimin, tarlada splacknuck büyüklüğünde acayip bir hayvan bulduğu bütün çevrede duyulmuştu: bu yaratığın her yanı tıpkı insan biçimindeydi; insan davranışlarına öykünüyor; kendine özgü bir dille konuştuğu gibi ülkenin dilinde de birkaç sözcük söyleyebiliyordu; iki ayak üstünde dimdik yürüyebiliyor, uysal ve evcil olup, çağırıldığı zaman geliyor, buyurulan herşeyi yapıyordu; çok kısa organları, üç yaşında bir soylu kızından daha güzel bir teni vardı. Efendimin komşusu ve iyi bir dostu olan bir çiftçi, bütün bu söylenenlerin doğru olup olmadığını öğrenmek için bir gün bizi görmeye geldi. Beni hemen ortaya çıkardılar ve bir masanın üstüne koydular. Burada, efendimin buyruğu üzerine yürümeye başladım; kılıcımı çektim, sonra yine kınına soktum; konuğumuzun önünde saygıyla eğildim ve küçük dadımın öğrettiği gibi, kendi dilinde hatırını sordum, hoşgeldiniz dedim. Bu adam oldukça yaşlıydı; gözleri de iyi görmediğinden, beni daha iyi seyredebilmek için gözlüğünü takmıştı: kahkahayla gülmekten kendimi alamadım; çünkü gözleri, iki pencereli bir odaya ışığını döken tam bir aya benziyordu. Bizim ev halkı kahkahalarımın nedenini anlayınca, benimle birlikte gülmeye başladı; yaşlı da buna sinirlenip kızacak kadar budalalık gösterdi. Bu adam çok hasis olarak tanınmıştı; bunun ne kadar haklı olduğunu başıma gelen yıkımla anladım. Yaşlı efendime, evimizden yirmi iki mil ötede, beygirle yarım saatlik bir kentte kurulacak pazar yerinde beni parayla halka göstermesini alçakça öğütledi: ben, efendimle dostunun ikide bir beni göstererek fısıldaştıklarını görünce başıma bir çorap örüldüğünü kestirmiş; korkumdan, bazı sözlerini işittiğimi, anladığımı sanmıştım. Ertesi sabah, Glumdalclitch bana, annesinin ağzından kurnazlıkla alabildiği her şeyi anlattı; kızcağız beni kucağına aldı, utanç ve üzüntüsünden iki gözü iki çeşme ağlamaya başladı: başıma bir kötülük geleceğinden, kaba saba adamların beni ellerine alarak sıkıp öldüreceklerinden ya da sakat bırakacaklarından korkuyordu. Ne kadar alçakgönüllü olduğumu, onuruma ne kadar bağlı bulunduğumu ve o bayağı adamlara para karşılığı gösterilmekten ne derin bir nefret duyacağımı biliyordu; annesiyle babası, Grildrig'in kendisinin olacağına söz vermişlerdi; ama şimdi, tıpkı geçen yıl yaptıkları gibi davranıyorlardı; o zaman da kendisine güya bir kuzu armağan etmişler, fakat hayvan beslenip yağlanınca kasaba satmışlardı. Şunu söylüyeyim ki, ben, küçük dadım kadar endişe etmiyordum; hiç sarsılmayan bir umudum vardı: bir gün gelecek, özgürlüğüme kavuşacaktım. Öteye beriye götürülmekle uğrayacağım aşağılamaya gelince de, bu ülkede tam bir yabancıydım ve yurduma dönebilirsem, başıma gelen bu yıkımdan ötürü kimse beni ayıplayamazdı: Büyük Britanya Kralı da benim durumumda olsaydı, aynı yıkıma boyun eğmek zorunda kalırdı. Efendim, dostunun öğüdü üzerine beni bir kutuya koydu; kızını da, arkasındaki semere oturtarak, panayır günü yakındaki kente götürdü. Kutumun her yanı kapalıydı; yalnızca girip çıkabilmem için ufak bir kapı ve birkaç hava deliği vardı; küçük dadım uzanıp yatmam için bebeğinin şiltesini kutuya yerleştirmeyi unutmamıştı; bununla birlikte bu yolculuk, ancak yarım saat sürdüğü halde, beni fazla sarsmış, bitkin bir duruma getirmişti. Çünkü, beygirin her adımı kırk ayaktı ve yürürken öyle yükseklere sıçrıyordu ki, tıpkı fırtınaya tutulan bir gemi gibi, fakat daha sık inip çıkıyordu. Yolumuz Londra ile St. Albans arasından biraz daha uzundu. Efendim, her zaman uğradığı bir hana gelince atından indi; hancıya danışıp gereken hazırlıkları yaptıktan sonra bir gurultrud, yani tellal tuttu. Tellal, vücudunun her yanı insana benzeyen, birçok sözcükler söyleyebilen ve daha birçok maskaralıklar yapan, splacknuck (bu ülkeye özgü altı ayak uzunluğunda, ince yapılı bir hayvan) boyunda çok acayip bir hayvanın Yeşil Kartal Hanı'nda görülebileceğini bütün kente ilan etti. Beni, hanın üç yüz ayak kare olan en büyük odasındaki bir masanın üzerine koydular. Küçük dadım, bana bakmak ve ne yapmam gerektiğini söylemek üzere, masanın kıyısında alçak bir iskemleye oturmuştu. Efendim, kalabalığı önlemek için içeriye otuz kişiden fazla seyirci almıyordu. Dadımın buyruklarını dinleyerek masanın üzerinde dolaşmaya başladım; bana, anlayacağımı bildiği sorular soruyor, ben de avazım çıktığı kadar bağırarak yanıt veriyordum; birkaç kez seyircilere döndüm; eğilerek selamladım; hoşgeldiniz dedim; ve öğrenmiş olduğum daha başka şeyleri söyledim. Glumdalclitch'in bana bardak yerine verdiği, içki dolu bir yüksüğü aldım, seyircilerin sağlığına içtim; kılıcımı çekerek İngiltere'de meç idmanları yapanlar gibi iki yana savurdum. Dadım, küçük bir saman çöpü parçası verdi; bununla da mızrak idmanları yaptım (bu sanatı gençliğimde öğrenmiştim). O gün on iki gruba gösterildim; on iki kez aynı maskaralıkları yinelemek zorunda kaldım. Yorgunluk ve üzüntüden bitkin bir duruma gelmiştim. Beni görenler, yaptıklarımı öyle ballandıra ballandıra anlatmışlardı ki, halk içeri girmek için az kalsın kapıları kıracaktı. Kendi çıkarını düşünen efendim, dadımdan başka kimsenin bana dokunmasına izin vermiyordu; her türlü kaza ve tehlikeyi önlemek için de, masanın çevresine ve oldukça uzağına tahtalar koydurmuştu; böylece bana kimse erişemiyordu. Fakat yaramaz bir öğrenci başıma nişan alarak bir fındık attı; tam başımın yanından geçiverdi; öyle hızlı gelmişti ki isabet etseydi, başım parça parça olabilirdi; çünkü küçük bir balkabağı kadar vardı. Yaramaz çapkını bir temiz dövüp odadan dışarı attılar; hoşnut olmuştum. Efendim, beni gelecek panayırda yine göstereceğini ilan ettirdi; beni taşımak için de daha rahat bir kutu yaptırdı. Bunun nedeni vardı: O ilk yolculukta ve sonra sekiz saat sürekli olarak halkı eğlendirerek o kadar yorulmuştum ki, ayakta duramayacak durumdaydım; sesim de çıkmaz olmuştu. Ancak üç gün sonra kendime gelebildim. Evde de rahat yüzü görmedim: yüz millik bir çevre içindeki bütün komşular ünümü duymuşlar, beni görmek için eve geliyorlardı. Çoluk çocuklarıyla birlikte gelenler herhalde otuz kişiden aşağı değildi (bu ülke çok kalabalıktır); efendim de beni göstermek için her aileden bütün odayı dolduracak seyircilerden alacağı kadar para istiyordu. Bu nedenle, kente götürülmemekle birlikte, hiçbir gün (bunların tatil günü olan çarşambadan başka) adamakıllı rahat edemedim. Efendim, kendisine kazanç getirebileceğimi düşünerek, beni ülkenin en büyük kentlerine götürmeye karar verdi. Uzun bir yolculuk için gereken şeyleri sağladıktan, evdeki işlerini de yoluna koyduktan sonra karısıyla esenleşti; ve 1703 yılının 17 Ağustosu'nda, yani bu ülkeye geldiğimden iki ay sonra, evimizden üç bin mil uzakta bulunan başkente gitmek üzere yola çıktık. Çiftçi, kızı Glumdalclitch'i arkasına bindirmişti; ben, Glumdalclitch'in kucağında, beline bağlı olan kutumun içindeydim. Kızcağız, kutumun iç yanlarını, bulabildiği en yumuşak bezlerle döşemiş, altlarını pamukla beslemişti; bebeğinin yatağını da içeri koymuş; çamaşır ve başka gerekli eşya getirmiş, rahatım için elinden geleni yapmıştı. Yanımızda, bizim evden bir hizmetçi oğlandan başka kimse yoktu: o da eşyalarla birlikte arkamızdan geliyordu. Efendimin amaçı, beni, yoldaki bütün kentlerde göstermek ve hatta elli, yüz mil sağa sola saparak, müşteri bulabileceği köylere ve soylu evlerine uğramaktı. Yavaş gidiyorduk; günde ancak yüz elli mil kadar yol alıyorduk: çünkü, Glumdalclitch beni kayırmak için atın hızlı gittiğinden yakınmıştı. İstediğim zaman beni kutumdan çıkarıyor, hava aldırıyor, ülkeyi gösteriyordu; fakat bana bağlamış olduğu bir çocuk kuşağından sımsıkı tutuyordu. Nil ve Ganj'dan daha geniş ve derin ırmaklardan geçtik; çaylar bile Times'tan daha büyüktü. On hafta hep dolaştık; birçok köy ve özel evlerden başka on sekiz büyük kentte gösterildim. 26 Ekim'de bu ülke dilinde Lorbrulgrud (yani evrenin övüncü) denen başkente geldik. Efendim, kentin ana caddesinde, kral sarayından uzak olmayan bir yerde bir daire tuttu; her zaman yaptığı gibi, her yana, biçimimi, becerilerimi anlatan ilanlar yapıştırttı; üç yüz ayak genişlikte büyük bir salon kiralayarak, altmış ayak çapında bir masa getirtti: ben hünerlerimi bunun üzerinde gösterecektim; düşmeyeyim diye de, masanın yanlarını üç ayak yükseklikte parmaklıklarla çevirdi. Burada, bütün halkın şaşkınlık ve hoşnutluk dolu gözleri önünde günde on kez gösteriliyordum. Artık bu ülke dilini oldukça iyi konuşabiliyordum; bana söylenen her sözü de adamakıllı anlıyordum; bundan başka alfabelerini de bellemiştim; kitaplardaki bazı tümceleri çözmeyi şöyle böyle başarabiliyordum. Evde ve yolculuğumuzun boş zamanlarında, Glumdalclitch bana öğretmenlik etmişti; cebinde bizim atlaslardan pek büyük olmayan ufak bir kitap taşırdı; bu genç kızlara dinleri üzerine kısa bilgiler veren bir yapıttı. Glumdalclitch, işte bu kitaptan bana harfleri ve sözcüklerin anlamlarını öğretmişti.
AnGeL isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla